Askerlik

2010 yılının Ağustos’unun başında nerede askerliğimi yapacağım belli olmuştu: İlk 3 ayı Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda olmak üzere uzun dönem 12 ay asteğmen komando. Kısa dönem tercih etmeme ve komando olmak isteyip istemediğimi sormalarına ve benim hayır dememe rağmen, çok isabetli ve çok yerinde bir atamayla (!) komando asteğmen seçilmiştim. Sonuçlara bilgisayardan bakarken babamın ağladığını hatırlıyorum. Bendeyse herhangi bir duygusal reaksiyon yoktu. Başıma ne geleceğine dair bir fikrim de yoktu. 2 gün sonra babam ve amcamla otobüse atlayıp Eğirdir’e doğru yola koyulduk. Aşırı sıcak bir yaz gününde Eğirdir’de kışlanın kapısının önünde vedalaştıktan sonra, hayatım yeni bir yöne doğru girmişti bile.
Ertesi gün sabahın erken saatinde kendimi, üzerime bol gelen uzun kollu ve keçe gibi sert asker kıyafeti, ayaklarımı patlatırcasına sıkan botlar ve yüzlerce yaşıtımla içtima alanı dedikleri alanda bulmuştum. O gün sabahtan akşama kadar o alanda çömel kalk çömel kalk çömel kalk yapmıştık. Bir yandan komutanın küfürleri ve bir yandan gırtlağını patlatırcasına verdiği emirlerle anında hizaya gelmiştik tabi. Kimseden gık çıkmamaya başlamıştı. İki saniye geç çömelenin komutandan hiç aklına gelmeyen küfürleri yediği, kavurucu güneşin altında üstümüzdeki kalın kıyafetlerle bazen saatlerce ayakta hiçbir şey yapmadan beklediğimiz, on dakika ara verilince çeşmeye danalar gibi koşturduğumuz muhteşem bir gün geçmişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Daha iki gün önce felsefe tarihi kitabını bitirmekle günlerini geçiren ben şimdi günlerini sabahtan akşama kadar ayakta anlamsızca dikilerek, bir komutla çömelerek, bir diğer ani komutla kalkarak geçiriyordu. Kışlanın her tarafı şehit resimleriyle doluydu. Buradan eğitim aldıktan sonra gideceğimiz üç şehir vardı: Tunceli, Şırnak, Hakkari. Komutanlar da alacağımız eğitimle güneydoğuda hiç korkmadan dağlarda mücadele edebileceğimizi söylüyordu. Hayatı test çözmek ve kitap okumakla geçen ben, şimdi on iki ay bu cenderede nasıl yaşayabileceğimi düşünüyordum. Kendi halinde, etliye sütlüye karışmayan, insanca konuşabilince her sorunun halledilebileceğine inanan benden üç ay içerisinde “kısa, ani ve hayvani” emirler veren, kızan, bağıran, çağıran, tokatlayan, dağlarda düşman kovalayacak, bir takım komutanı asteğmen çıkaracaklarmış. Tek umudum vardı. O da beş gün sonra yapılacak sağlık taramasında elenerek İstanbul Tuzla Piyade Okuluna gönderilenler arasında olmaktı. Yaklaşık 800 asteğmen adayından 500 tanesini eleyerek Tuzla’ya göndereceklerdi.
Eğirdir’deki o kışlada geçirdiğim beş gün hayatımın hiç unutamadığım beş günü oldu. Bir yandan kavurucu yaz sıcağında saatlerce beynimin döndüğü, susuzluktan dudaklarımın çatladığı, belirsizlikten ne olacağını bilememenin verdiği iç sıkıntısı ile beş gün geçmişti. Ama bütün bu olumsuzluklara rağmen olumlu olan tek şeyse, etrafımda aynı kaderi paylaşıyor olmanın verdiği kaynaşma duygusuyla konuşup muhabbet edebileceğim bir sürü yaşıtımın olmasıydı. Çoğu 22- 25 yaşları arasında öğretmen veya mühendisti. Nerelisin, hangi üniversiteden hangi bölümden mezunsun, evli misin sorularıyla başlayan tanışıklık ve kaynaşma oradaki günlerimin daha katlanılabilir olmasını sağlamıştı. Büyük bir çoğunluğu kışlada gördüklerinden ve yaşadıklarından sonra milliyetçi duygularının sönüp gittiğinden bahsetmişti. Acaba askerlik kısalır mı sorusu en çok muhabbetini çevirdiğimiz soruydu. Beşinci günde sağlık taraması için doktorlar gelmişti. Belki elenirim diye çoğu kişi gözlüğüyle gelmişti. İlk olarak psikoloji masasındaki askeri doktor sordu, herhangi bir rahatsızlığım var mıydı. Tabi vardı. Yükseklik korkum var komutanım dedim. Bak bakıyım dedi gözlerime. Baktım. Komando olmasında sakınca yoktur mührünü elimdeki kâğıda bastı. Numaramı yememişti. Sonra göz masasından geçtim. Gözlük de işe yaramamıştı tabi, en az 2 numara olması gerekiyormuş gözlerin Tuzla’ya refüze olmak için. İç hastalıkları ve bir iki masadan da olumsuz sonuç. Son umudum kulak burun boğazdı. Doktora burnumda eğrilik olduğunu, nefes alamadığımı ve koşamadığımı söyledim. Burnumda biraz eğrilik olduğu doğruydu tabi de, nefes alamadığım koşamadığım kısmen doğruydu. Elindeki aletle burnumun içine baktı, burun eğriliği (septum deviasyon) var dedi sende. Komando olamaz mührünü bastı kağıda. Askerliği bitirip tezkereyi aldığım son günümü saymazsak, hayatımda o kadar sevinip rahatladığım başka bir zamanı hatırlamıyorum. Üniversite sınavından sonraki rahatlık bile onun yanında bir şey sayılmazdı. Ertesi gün 500 kişi trenlere bindirilerek İstanbul’a yollanmıştık. Daha sonra orada kalan arkadaşlardan 15 kilo sırt çantalı 70 kilometre yürüyüşlü ağlamalı, inlemeli ve ot yemeli intikal hikayeleri dinledikçe, Tuzla’ya yollandığımız için halimize şükrederdik.    
Tuzla’da durum Eğirdir’dekine göre daha iyi sayılırdı. En azından ölümcül bir eğitim yoktu, haftasonları İstanbul’da oturanlar için evci çıkma imkânı vardı, en azından demir tabldotlar yerine tabaklarda yemek yiyebiliyorduk. İlk bir ayı sadece yemin töreni yürüyüşlerine hazırlıkla geçirdik. Sağa dön, sola dön, ileri bak, çömel, kalk, çömel, kalk, sağa dön, sola dön, geriye dön, uygun adım marş, kıta dur, ileri bak, sonra tekrar sağa dön, sola dön…Tam 1 ay sadece böyle geçti. Düzgün tekmil veremeyenlerin ceza olarak uzaktaki direğe tekrar ve tekrar bağıra bağıra tekmil verdiği, sola dönerken ayağını doğru hareket ettiremeyenlerin yere yat komutuyla kızgın asfalt üzerinde unutuluncaya kadar bekletildiği sürreel bir ortam. Yavaş yavaş aklımı beynimi kullanma alışkanlığını bırakıp, kendimi emir komuta zincirine bırakmıştım. Biraz aklını kullanmaya başlayınca, ya biz ne yapıyoruz böyle diye sorunca, yaptığımızda bir mantık aramaya çalışınca daha da can sıkıcı olmaya başlıyordu her şey. Eğitim hayatı boyunca kazandığım özgüven, kişilik ve benlik duygusu, mantıksal ve eleştirel düşünme yeteneği yerini yavaş yavaş, sesini çıkarmadan emirlere riayet etme, herhangi bir mantık aramadan sorgusuz sualsiz itaat, fırça yediğinde sineye çekmesini bilme gibi kişilik özelliklerine bırakıyordu.
Kışladaki eğitim süreci tamamen bireysellik ve kişilik duygusunu törpüleme, mantık ve sorgulama yeteneğini öldürme ve insani duyguları bastırma üzerine kuruluydu. Aslında askerliği meslek olarak yapacak, çok erken yaşlardan beri bu disipline alıştırılmış biri için tasarlanmış yaşam biçimi; tam tersi bir eğitim sürecinden geçmiş, sürekli sorgulamaya ve problem çözmeye alıştırılmış kişiler üzerine uygulandığında yıkıcı ve sarsıcı etkileri oluyordu. Beyin göçmesin de ne yapsın böyle bir durumda. Kimseye de derdini anlatamazdın. Çünkü ortada derdini anlatabileceğin bir merci de yoktu. Bir yerlerde tanıdığı olanların çok daha rahat yerlerde daha rahat bir şekilde askerliğini yaptığı biliniyordu. Benim öyle bir imkânım da yoktu tabi. Eğitimimin ve kişilik özelliklerimin ne önemi vardı ki. Kolayca harcanabilir şeylerdi bunlar. 
Kendi aklımı, şahsiyetimi ve benliğimi korumanın kendimce yollarını bulmuştum. Her şeyin bir oyun olduğuna kendi kendimi inandırmaya çalışırdım. Sağa dönerken, sola dönerken, geriye dönüp, uygun adım yürürken, sonra çömelir ve kalkarken, tekrar çömelir ve tekrar kalkar ve tüfek omza ileri bakarken, aslında bunun bir oyun olduğunu düşünürdüm. Çünkü ciddiye alırsam ruhum sıkılacaktı. Evet kendi kendimize oynadığımız bir oyundu bu. Bu kadar anlamsızca sağa sola dönmenin, yerlerde sürünmenin ve ot yolmanın herhalde ciddi bir yanı olamazdı. Her ne kadar bölük komutanının ciddi, tok ve sert yüz ifadesi ve emirleri bu oyuna ciddi bir görüntü verse de o da rolünü çok iyi oynuyor olmalıydı. Yoksa bu kadar ciddi olmasının herhangi bir imkânı yoktu. Komutanlara daha çok üzülürdüm o yüzden, biz bu oyunu geçici olarak oynarken onlar ömür boyunca bu oyunu oynamak zorundaydı. Askerler bu yüzden şafak sayardı zaten. Şafak, aydınlık ve özgürlük demekti çünkü. Geliştirdiğim bir diğer zihinsel yöntemse Descartes’in ruh-beden ayrımıydı. Evet ruhla beden ayrıydı. Bedenim ruhumdan farklıydı. Dışarıdan sadece bedenime bakan biri beni burada zannedebilirdi. Ama ruhum burada değildi. Bedenim sağa sola dönüp, adi adım marş yürüyebilirdi ama ruhum başka bir dünyadaydı. Bana yanlış rol düşmüş gibi geliyordu bu oyunda. İleri bak! Ve ileri bakıyorduk. Geriye dön. Tamam istediğiniz bu olsun döneriz. Sürün! Evet sürünelim biraz da. Komutan çağırıyor. Koş. Tekmil ver. Yüksek sesle bağır! Daha yüksek! Emredersiniz komutanım! Emredersiniz!
Bütün bu baskıcı ortama rağmen gene de sohbet edecek, gırgır muhabbet döndürecek arkadaşlıkların da olması ortamın havasını yumuşatıyordu. Dinlenme vakitlerinde kantine yiyecek içecek bir şeyler almak için koşturur, sıcak yaz günlerinin bunaltıcılığını üzerimizden atmak için paralı makinalardan soğuk içecekler alırdık. Cep telefonu yasak olsa da gizlice getirenler olur, akşamları yorganın altında ailesiyle konuşurlardı. Ben daha çok telefon kartlarını tercih ederdim, onun için de uzunca bir süre kuyrukta beklemem gerekirdi. Onun dışında banyo sırası, tuvalet sırası, kantin sırası vb. sıralar vardı. Bütün gün de dışarıda uygun adım yürümekten, ayakta beklemekten, koşturmak ve sürünmekten yorgun düşmüş bedenim gece yatağa girer girmez uykuya dalardı. Sabah kalkış 5 buçukta. Tabi nöbet yoksa. Farklı farklı nöbetler vardı. Kat nöbeti ve sancak saygı nöbeti gece uykusunu bölen başlıca nöbetlerimizdi. Haftada bir nöbet sırası gelirdi. Sancak saygı nöbeti hiç unutamayacağım nöbetlerdendi. Gecenin 2 buçuğunda benden önce nöbetini tutmuş arkadaş beni yataktan kaldırır, 3’te başlayıp 4’te bitecek nöbet için üzerimi giyinir, gecenin bir yarısında uygun adım, alay komutanlığı binasının giriş holüne birlikte yürürdük. Sonrasında elimde tüfekle tek başıma 1 saat boyunca gözüm dahil hiçbir tarafımı hareket ettirmeden boş binanın içinde nöbet tutardım. O kadar ıstıraplı bir nöbet olurdu ki, 15 dakika sonra ayaklarım uyuşmaya tüfeği tutan elim kaşınmaya başlar, bense kendimi tutamaz arada sağa sola bakar elimi kaşır gene nöbete devam ederdim. Arada nöbetçi subaylardan biri kontrole gelir, sırf hareket edip etmeyeceğimi denemek için sorular sorar, bense cevap vermemek ve bakmamak için kendimi zor tutardım. Nöbetin amacının koridorun sonunda hiçbir şeyden habersiz öylece duran sancağa saygı olduğunu söylerlerdi. Bir saatin sonunda tüm kemiklerim uyuşmuş bir şekilde, nöbeti devralacak arkadaşı bekler, sonra da sabah 5 buçukta tekrar kalkmak üzere yatağıma gene uygun adım geri dönerdim. Tabi ertesi gün adeta ölü gibi dolaşırdım.
Bu arada teorik sınıf eğitimleri ve arazi eğitimleri de başlamıştı. Bir akşam sınıfta dersi verecek albayı beklerken, ezberlememiz beklenen içinde kan, öldürmek, bombalar ve ateş geçen piyade marşından içim bunalmış; yanımdaki arkadaşlara Kuran’ın Bakara suresinin 30. ayetinden bahsetmiştim: “Bir zamanlar Rabb'in meleklere: "Ben, yeryüzünde bir halife atayacağım." demişti de onlar şöyle konuşmuşlardı: "Orada bozgunculuk etmekte olan, kan döken birini mi atayacaksın? Oysaki bizler, seni hamd ile tespih ediyoruz; seni kutsayıp yüceltiyoruz."   Evet insan kan döken, ama döktüğü kanı da bir şekilde kendince meşrulaştıran bir varlıktı. Sonuçta büyük idealler için kan dökebilirdi değil mi? Ayetin devamında da Allah’ın meleklere "Şu bir gerçek ki ben, sizin bilmediklerinizi bilmekteyim" dediğine göre; bütün bu kan, gözyaşı ve ölümün bizim bilemeyeceğimiz bir anlamı vardı. Allah geçici bir süre insanoğluna sınama amacıyla mühlet veriyordu belki de. Öyleyse Kabil’den yana değil de Habil’den yana olmak gerektiğini söylemiştim. Arkadaşlar hak vermişti söylediklerime.
Tuzla’da kalan 2 ay boyunca günlerimiz çoğunlukla sporda, atışta, arazi ve sınıf eğitimlerinde geçmeye başlamıştı. Hafta sonları İstanbul’da oturanlar için evci çıkma imkanı olsa da bunun için en az 7 barfix çekmek gerekiyordu. Şınavda ve mekikte çok iyi olmama rağmen barfix’te biri geçemezdim. İlk hafta izne çıkamamıştım. Ama annem, babam, kardeşlerim ziyaretime gelmişti o hafta sonu. Ertesi hafta eğitim sırasında, bir albayın benimle görüşmek istediğini söylediler. Koşa koşa gittim tabi. Albay, Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduğumu öğrendiğini ve İngilizcemin iyi olduğunu düşündüğünü söyledi. Öyledir komutanım diye tok bir sesle cevap verdim. Albay yazdığı bir yüksek lisans tezi için bazı çeviriler vereceğini söyledi. Eğitimlerden kaytarmanın bir yolunu bulduğumu düşünüp sevinmiştim. Çeviri için kütüphanede çalışabileceğimi, benim bölük komutanıma durumu anlatacağını söyledi, gönderdi. Bölük komutanına gittiğimde durum pek hoşuna gitmemiş olacak ki eğitimlere bir şekilde katılmam gerektiğini söyledi. Daha doğrusu söylemedi, emretti. Bir taraftan da kendisinden 4 rütbe yukarıdaki bir albayın emrine de karşı çıkamazdı. O zaman çeviri için akşamları eğitimlerden sonra kütüphaneye gidebilirmişim. Böylelikle tek dinlenme zamanım da çeviriyle geçecekti. Ama bunun intikamını çok geçmeden almıştım. Haftasonu izinlerine iki haftadır yeteri sayıda barfix çekemediğim için çıkamamıştım. Albaya haftasonları evdeki bilgisayarda daha iyi çeviri yapabileceğimi ama çekemediğim barfix’ler yüzünden izne çıkamadığımı söyledim. Hemen bölük komutanına telefon açıp haftasonları izne çıkabileceğimi söyledi/emretti (askerde üst asta bir şey söylemez, emreder tabi). Böylece Tuzla’da geriye kalan haftasonu izinlerimi kurtarabilmiştim. Bölük komutanı biraz gıcık olmuştu olmasına ama haftasonu izne çıkmaya her türlü değerdi. Pazar akşamı saat 7’deki içtimaa yetişmek üzere Cuma akşamından izne çıkardım. Yorucu bir haftanın üzerine evde dinlenme o kadar iyi gelirdi ki Pazar günleri zoraki geri dönerdim kışlaya.
Oldukça yorucu geçen iki buçuk ayın sonunda, asteğmen olarak görev yapacağımız yerlerin kurasını çekme vakti gelmişti. Heyecanın dorukta olduğu bir gündü. Şırnak da çıkabilirdi kurada, Kıbrıs da, İstanbul da. Bizim bölükte 120 kişi vardı. Eğitim ve sporda aldıkları puanlarla yüzde onluk dilime giren 12 kişi istediği yere kuraya girmeden gidebiliyordu. Benim sıram oldukça gerilerdeydi çünkü hiç uğraşmamıştım nasılsa dereceye giremem diye. Böylece kalan 108 kişi öncelikle kura çekeceğimiz sıranın kurasını çektik. Sonlara doğru bir sıraydı benimkisi. Sonra sıra yer kurasına geldi. Benden öncekiler tehlikeli bölgelerin çoğunu çekti. Benden tam önceki arkadaş Şırnak kurası çekti, ben de içimden derin bir oh çektim. Elimi torbaya daldırdım, ilk dokunan kâğıdı çektim. Komutana verdim, o da yanındakine verdi, elindeki kâğıda notunu aldı. Selimiye Cami’sini gördün mü hiç? Görmedim komutanım! O zaman bol bol görürsün bundan sonra! Edirne çekmiştim kurada. Askerliğin kalan 9 ayını Karaağaç’ta Mekanize Piyade Tugay Komutanlığı’nda geçirecektim. Normalde 15 gün olan tatil o sene 9 günlük kurban bayramıyla da birleşince 24 günlük nefis bir tatil olmuştu. Kasım ayının sonuna doğru Edirne’ye yola çıktım.
Hem kışlayı biraz tanımak hem de kalacağım yere yerleşmek için Edirne’ye cumartesi gününden gitmiştim. Elimde bavulum orduevine girdim, içerideki askere asteğmen olduğumu nerede nasıl kalacağımı sorduğumda hemen elimdeki bavulumu alıp, ben size yolu göstereyim komutanım dedi. Komutanım? Evet artık rütbeler hiyerarşisinde kademe atladığımız için, bundan sonraki 9 ay boyunca askerlerin hepsi komutanım diye hitap edecekti. Askerde rütbe her şey olduğu için kısa zamanda rütbenin nimetlerinden faydalanmaya başlamıştık. Tuzla’dan Edirne’ye gelen 17 arkadaşın 8 tanesiyle aynı kışlada, gıda mühendisi Edirneli Çağdaş’la da aynı bölükteydim. Maraşlı öğretmen arkadaş Mustafa’yla da aynı odayı paylaşıyorduk orduevinin misafirhanesinde. Uzun dönem asteğmen olmakla kısa dönem rütbesiz er olmak arasındaki farkları daha iyi anlamaya başlamıştım. Kısa dönem er olmanın tek bir avantajı vardı, o da 12 ay yerine 6 ayda askerliği bitirme imkanıydı. Asteğmen olunca, normal memur gibi akşam 5’te gelen servis bizi kışladan alır, orduevine getirirdi. Askerlerin hizmet ettiği orduevinin lokantasında, dışarıda yaklaşık 7-8 kat daha pahalıya yiyebileceğimiz çok kalite yemeklerden yedikten sonra Edirne’nin caddelerinde turlayabilirdik. Ayın 15’inde yaklaşık bir öğretmen maaşı kadar da maaş alabilirdik. En önemlisi de kışlanın içinde rütbenin verdiği güçle, kimse laf söyleyemezdi. Sadece bizden daha rütbeli subayların fırçasını yeme durumu vardı ki onlar da sayıca fazla olmadığından çok sorun olmazdı. Asteğmen olmanın dezavantajlarından biri de üzerimizdeki trilyonluk zimmetlerdi. Gece görüş dürbünlerinden, tabancalara, zırhlı personel taşıyıcı araçlardan içlerindeki elektronik aksama kadar tüm cihazlar asteğmen üzerine zimmetliydi. Kaybolması durumunda zararı tazminat olarak karşılayabilirlerdi. Dolayısıyla zimmet konusu biz asteğmenler için her zaman stres kaynağıydı. Bir diğer avantaj da haftasonu tatiliydi. Eğer nöbet yoksa, Cuma akşamından otobüse atlayıp İstanbul’a gelirdim.
Takım komutanı olarak atandığımız bölüğün bölük komutanı ile tanışmak üzere Çağdaş’la komutanın kapısında bekliyorduk. İçeriden ahlar içinde bir askerin ağlama ve bağırma sesleri geliyordu. Çağdaş’la birbirimizin yüzüne endişeyle bakıp işimiz zor dedik. Daha sonra öğrendiğimize göre er Gökhan, rutin sabah fırçasını yemiş bölük komutanından, çok önemli bir şey değilmiş. Edirne’de bizim olduğumuz kışlanın bir özelliği de ülkenin genelde en alt tabaka ailelerinin genelde suça uyuşturucuya bulaşmış, “jiletçi” diye tabir edilen çocuklarının asker olarak geldiği bir kışlaydı. Sınırda etten duvar oluşturmanın ötesinde bir şey beklenmeyen bu askerleri zapt ve idare etmek görevi de biz toy asteğmenlere düşüyordu. Benim takımda uyuşturucu kullanmamış ya da hapse girmemiş asker hemen hemen yok gibiydi. En güvendiğim onbaşım Fahrettin, 17 yaşında yanlışlıkla bir arkadaşını bıçaklayarak öldürmüş cezaevinde bir süre yattıktan sonra çocuk indiriminden faydalanıp çıkmış biriydi. Asteğmen olunca rütbeden dolayı saygı duysalar da en ufak sinirlenmelerinde ceplerinden jilet çıkarıp kendilerini gözümüzün önünde jiletlemeye başlamaları işten bile değildi. Boğaziçi Üniversitesi’nin steril burjuva ortamında geçirdiğim 5 yılın ardından Edirne’de böyle bir kışlada böylesi askerler arasında geçirdiğim 9 ay bana çok şey öğretmişti. Her şeyden önce Türkiye’nin bir profili vardı aslında burada. Askerinden subayına her sosyal katman her bölgeden insanlar vardı. 120 askeri idare etmenin verdiği sorumluluk çok şey katmıştı. Liderlik ve yöneticiliği en iyi okulun en iyi sınıfında bile böyle öğretemezlerdi. Hele stres altında dayanıklılık konusunda neredeyse demir gibi olmuştum. Başta bölük komutanı olmak üzere sıralı amirlerin sert fırçalarına karşılık, hiçbir şey olmamış gibi tok bir sesle emredersiniz komutanım diyebilmek, bende hayattaki zor durumlara karşı kayıtsızlık ve dayanıklılık hissi geliştirmişti. Herhangi bir sebep olmasa bile komutan en sert şekilde bağırabilirdi, ama ne oldu ben ne yaptım deme şansımız yoktu, sadece emredersiniz komutanım demek bekleniyordu. Bu da müthiş bir psikolojik direnç kazandırmıştı. Askerlik dışında bile biri gelip hiç yoktan yere karşımda bana bağıracak olsa bile kendimi kaybetmeden sakinliğimi koruyabilirdim.
Askerlikte bazı belli başlı davranış normları vardı ki bunları çözümlemek aslında ülkemizde devlet sistemini de yavaş yavaş çözmek anlamına geliyordu. Bu bilgiler de askerlik sonrası kamuda çalışırken çok işime yarayacaktı. Örneğin ne çok öne geçip sivrilme ne de çok arkada kalıp dışlanma ilkesi. Sebebi basit. Çok öne geçersen de çok arkada kalırsan da herhangi bir olumsuzluk durumunda sorumluluk üzerinde kalırdı. Bu yüzden inisiyatif ve risk almayı seven kişiler sistem tarafından kısa süre içinde elenir. Çok pasif kişiler de aynı şekilde sürekli dışlanmaya maruz kalıp günah keçisi ilan edilir. Olumlu bir şey olduğu zaman kimse seni takdir etmez ama olumsuzluk durumunda hemen bir sorumlusu aranıp bulunur. Çünkü devlet dediğimiz organizasyon temel olarak sahibi olmayan bir organizasyon olduğu ve bu da sorumsuzluğa ve suistimale çok açık bir durum yarattığı için her türlü hata durumunun cezai müeyyidesi net bir şekilde tanımlanmak zorunda. Diğer taraftan başarılı bir iş ortaya konulduğundaysa bunun ödülü sistem içerisinde tanımlı değil, sadece bir üst amirin takdirine bırakılmış durumda. Başka türlü de olamayacağı için sistem kendi içinde risk alamayan ve inisiyatif kullanamayan kişiler üretir. Sistem makine gibi tıkır tıkır işlemek zorunda olduğu için her türlü kişisellik ve bireysellik bu sistem içinde dışlanmak zorunda kalır. Bu da zorunlu olarak insanlık dışı ilişki biçimlerinin ortaya çıkmasına sebep olur.
Bu kadar sosyolojik ve organizasyonel çözümlemeden sonra kestirmeden şunu söyleyeyim ki askerde çoğu zaman aklımı, mantığımı ve insanlığımı kaybetmekten çok korktum. Özellikle diğer komutanların askerlere karşı fiziksel ve dilsel şiddet uygulamaktan çekinmediği, asteğmenden de beklenenin emrindeki askerlere aynı şekilde davranmasının beklendiği bir ortamda kendi kendime şu sözü vermiştim: Asla bir askere vurmayacaktım, dokunmayacaktım, sövmeyecektim. Evet bazen çok çileden çıktığım zamanlarda bağırıp çağırdığım çok olurdu ama tek bir askere bile dokunmadan, insanlığını ezmeden askerliğimi bitirdiğimde kendimi başarılı saymıştım. Hiçbir asker benim kölem değildi. İnsan araç değildi kendinde bir amaçtı çünkü. Bu iyilik halimi suiistimal etmeye çalışanlara karşı sertliğimi muhafaza ederken, her zaman espiriyle karışık tatlı-sert bir tavır geliştirmiştim. Bu ilkeli tutumumu korumanın oldukça zor olduğu durumlar da olmuştu. Bir defasında bölük komutanı; saçlarını yeteri kısalıkta kestirmeyen bir askeri görmüş, saçlarından tutup beni yanına çağırmıştı. Askerlerin saç uzunluğunu denetlemek gibi devletimizin ve ülkemizin bekası için çok önemli bir sorumluluğum da olduğumdan fırçayı yemem kaçınılmazdı. Askerin saçlarından tutup onu karşımda bir sağa bir sola savurarak bol küfürle karışık “er lan bu er, sahip çıkamıyor musun! Emredemiyor musun asteğmen!” diyerekten günlük fırça kotamın bir kısmını tamamlamıştım. Er olması onun insani herhangi bir muamele görmemesini gerektiriyordu galiba. Bir başka olayda da gene vatanın selameti için oldukça hassas bir konu olan yatak çarçaflarını düzgün katlama görevini layıkıyla yerine getirmeyen bir askerin de hesabı bana sorulmuştu. Bölük komutanı askere bağırmaya tenezzül etmeyip ona atacağı fırçayı benim üzerime boca etmişti. Hiç istifimi bozmadan emredersiniz komutanımı yapıştırmıştım. Komutan gittikten sonra askere bağırmadım tabi. Bir dahakine daha dikkatli olmasını söyledim. Şaşırmıştı tabi benim bu tavrıma. Silsile yoluyla fırça geleneğini kendimce bozmuştum. Her ne kadar birçok asker, sorumsuz ve vurdumduymaz da olsa, hiçbiri ne benim malım ne de kölemdi. Aynı kaderi paylaşıyorduk en nihayetinde, aynı ülkenin evlatları, vatandaşları ve insanlarıydık.
Sık sık nöbetler olurdu. Yunanistan sınırına bir kilometre sınırındaki kışlamızı ve güzel ülkemizi düşman saldırılarına karşı korumak için beklerdik. Sabah 8 buçuk gibi başlayan nöbet ertesi sabah aynı saate kadar bir sonraki nöbetçi asteğmen arkadaşa devredene kadar devam ederdi. Nöbetleri bir bakıma severdim. Odamda sabahtan akşama kadar, hatta gecenin ilerleyen saatlerine kadar kitap okurdum. Dante’nin İlahi Komedya’sından Wittgenstein’ın felsefi kitaplarına sayısız kitap bitirdim o nöbetlerde. Arka odadaki on tane askeri nöbete başlarken karşımda toplayıp, biraz koşturduktan ortalığı toplattıktan sonra, beni rahatsız etmeyin ben de sizi rahatsız etmeyim modunda arkadaki nöbet yerine gönderirdim. Arada cips kola falan ısmarlardım gönüllerini hoş tutmak için. Geceleri uzun uzun sohbet ederdik çoğuyla. Kimisi Diyarbakır’da yarım kalmış bir kan davasının kinini içinde taşır, dönünce alacağı intikamı anlatırdı. Öbürü esrara uyuşturucuya nasıl başladığını anlatırdı uzun uzun. Ailesinden öğrenmiş, bizde bir aile diğer aileyi ziyarete gittiğinde esrar ikram edilmezse ayıp olur derdi, Hacıhüsrevliydi. Bir başkası amcalarının Hakkari’de İran’dan kaçak uyuşturucu getirerek çok zengin olduğunu anlatmıştı. Hikayeler acı, kin, intikam ve keder kokardı. Askerlerin çoğu güneydoğudan gelen askerlerdi. Hapse girip çıkmamışı azdı. Edirne sürgün yeri diye bilinirdi o yüzden. Gece üçe doğu yavaş yavaş uykum gelir, başımı masaya yaslar, uyumaya çalışırdım. Normalde uyumam yasaktı. Nöbetçi subaylardan biri görse cezayı verebilirdi. Gene de dayanılır gibi değildi. Aslında nöbetleri 12 saat dönüşümlü yapıp daha insani hale getirmek mümkün olabilirdi. Tam öyle düşünecekken askerde mantık aramanın anlamsız olduğu sözünü hatırlar, sorgulamadan idare etmeye çalışırdım. Mantığın olmadığı yerde hayatın nasıl saçmalamaya başladığını öylece görmüştüm. Askerliğin temeli astın üstüne “mutlak” itaatiydi. Benimse kabul edemeyeceğim bir şeydi bu. Yıllarca aldığım kaliteli eğitimle kendime, kendi görüşlerime saygı duymayı öğrenmiş, az çok bir öz-saygı geliştirmiş benim gibi birine en ağır gelen şey buydu. Aslında fiziksel zorluklar konusunda herhangi bir itirazım yoktu, insana güç ve dayanıklılık katıyordu. Eksi 10 derecede Edirne’nin soğuğunda çadırlarda kalıp hasta olmamak büyük başarıydı benim için. Askerleri komuta etmek, zırhlı araçlarla tatbikat yapmak, doğayla içiçe mücadele etmek çok güzel şeylerdi. Fakat ast-üst hiyerarşisini oldum olası sevememiştim. Ayrıca “mutlak” itaatin sadece Yaratıcı’ya olması gerektiğini düşündüğümden ideolojik olarak rahatsız ediyordu beni birilerine “mutlak” itaat etmem gerektiği düşüncesi. Gene de sayılı gün bir şekilde geçer diyerek idare edip itiraz etmeden tezkere gününü bekliyordum.
Ve bir sene gibi bana çok uzun gelen bir sürenin ardından 16 Temmuz 2011’de tezkereyi almıştım. Tek düşüncem şuydu: Hayatımın geri kalanına Hür General rütbesinde devam etmek, kimseye eyvallahım olmadan özgür bir şekilde yaşamak. Böylece kendime de ülkeme de daha iyi hizmet etmiş olacaktım. Ara ara benim için en önemli nimet olan aklımı kaybedebileceğim düşüncesi bile yaptığım fedakarlığın ne kadar büyük olduğunu göstermek için yeterliydi. O yüzden nöbetlerde sık sık kitap okur, aklımı bir şekilde diri ve zinde tutmaya çalışır, akşamları İngilizce videolar seyrederek beş yılda zor öğrendiğim İngilizcemi unutmamaya çalışıyordum. Askerlik bitince kendimi çok güçlü ve dirençli hissediyordum. Hayatta her zorluğun üstesinden kolayca gelebilirmişim gibi geliyordu. Hele de insanlardan daha az korkmaya başlamıştım. Bir açıdan pısırıklığımı attım diyebilirdim. Askerde öğrendiğim güçlü olabilmenin, olmasam da öyle görünebilmenin bu ülkede güvende yaşayabilmek için ne kadar önemli olduğunu öğrenmiştim. Daha sonra çok işime de yarayacaktı bunu öğrenmek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya