Oyun
Uyanığımda, kendimi genişçe bir bahçenin içinde upuzun,
sonsuzca uzanan meyve ağaçlarının arasında arkadaşlarla oyun oynarken
bulmuştum. Her bir oyun sanki bir şeylere hazırlık gibiydi. Kovalamaca
oynarken, amaçsızca birbirimizi yakalamayı, sonra tekrar koşturmayı
öğrenmiştik. Hiç sonu gelmeyen bu oyunu oynarken bazen amaçsızlık ve
kaybolmuşluk duygusuna kapılırdık. Sonra yorulur, başka bir oyuna geçerdik.
Köşe kapmaca; hayat dediğimiz oyunu belki de en iyi yansıtan oyundu. Köşemizde
hiç rahat durmaz, sürekli daha iyi bir köşe ararken; ortada kalana üzülmemeyi
de o yıllarda oynadığımız bu oyunla öğrenmiştik. Birdirbir oynarken birilerinin
üstünden atlayarak kazanmayı, tavla oynarken de kazanmak için hayatta şansın da
zekânın da önemli olduğunu öğrenirdik. Sonra şansa bağlı bu zafer ve yenilgiden
bıkar, sadece aklımızı kullanarak da rakibimizi yenmenin mümkün olduğu satranca
dalardık. Ama bu oyun da ince hesaplarla saatlerce sürer, tüm heyecanımızı
kaybeder, sonra mahalle maçı yapmaya başlardık. Zayıf olanı kaleye koyduktan
sonra, kendimiz de forvete geçip golleri sıralamanın ve bizi seyreden kızların gözüne
girmenin hayallerini kurarken bilmezdik ki takımca golleri yerken attığımız
bireysel gollerin çok bir anlamı olmayacaktı. Takım oyununun da önemli olduğunu
tekrar tekrar böylece öğrenirdik. Sonra hemen unuturduk tabi. Öne çıkıp sivrilmek
her seferinde daha çekici gelirdi. İskambil oyunlarında dağıtılan her kartla
beraber, elimize hangi kartların geleceğini belirleyemesek de o kartlarla nasıl
oynayacağımıza en azından karar verebildiğimizi fark ederdik. İlerleyen
yıllarda zenginliğin ve fakirliğin büyük ölçüde fakir veya zengin bir ailede
dünyaya gelmekle yakından ilgili olduğunu keşfedince, bu oyun aklıma gelecekti.
Başlangıç şartları çok önemliydi. Ama hayatta da her şey olabilirdi. En kötüsü
kartların tekrar dağıtılmasını beklerdin. İleride mevcut durumlarından hiçbir
zaman memnun olmayacak arkadaşlar da, bazılarına göre mızıkçılık yapıp her
seferinde kartların yeniden dağıtılmasını isteyerek, kendilerini belli ederdi.
Elinde jokeri olan bir şekilde yırtardı. Joker kullanmanın önemini kavrayan çok
kurnaz arkadaşlar, ileride torpilini bulunca bir şekilde işlerini
halledebileceklerini de inceden öğrenmişlerdi. Peki doğruluk mu cesaret mi?
Çevrilen şişe bizi gösterdiyse doğruluk desek, içimizdeki hinlikleri ortaya
dökmek zorunda kalacağımızın korkusu sarardı önce. Cesaret dedikten sonra ne
kadar cesur olabileceğimizi görür korkularımızı bir kenara bırakırdık. Belki
sevdiğimiz kızı öpmemizi ister de biz de biraz olsun çekingenliğimizi unuturuz
diye de içimizden geçirirdik. Bazen kendimizi kaybedercesine kazanmayı, bazen
de başımız öne eğik kaybetmeyi, gerektiğinde kazık atmayı, yeri geldiğinde
yardım etmeyi, golü atanın pası vereni unutabildiğini, mücadeleyi, kavganın
sıcaklığını ve dostluğun serinliğini bu oyunlarda öğrenmiştik. Sonra evlere
dağılır, tüm olanları unutur, annemizin hazırladığı ekmek arası peynir domatesi
yedikten sonra mışıl mışıl uyumaya dalardık. Hayat geçici bir oyun ve
eğlenceden ibaretti zaten.
Yorumlar
Yorum Gönder