Yaşanmaya Değer Şehirler ve Toplu Ulaşım
“İnsanların kendi elleriyle
yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozgun çıktı. Yaptıklarının bir kısmını
kendilerine tattırmaktadır ki vazgeçsinler.”
Üniversitede en büyük endişem hayatımın geri kalanını
kurumsal şirketlerde sadece para kazanma ve daha çok kazanmaya endeksli bir
şekilde geçirmekti. Yaptığım işin ve dolayısıyla kendimin de değerinin ölçüm
biriminin aldığım maaş olacak olmasını hiç kabullenemedim. Ay sonu ya da ortası
ya da başı alacağım maaş üzerinden bir hayatın geçirilecek olması düşüncesi her
zaman çok garip bir düşünce olarak geldi bana. Daha da ilginç olanı bu düşünce
yapısı dışında bir düşüncesi olan, düşünceyi de geçtim, arayışı olan kimseye
rastlayamamış olmamdı. Akrabalar, iş arkadaşları, okul arkadaşları, üniversite
hocaları ve daha nicesi bu dar kapsamlı amacın dışında bir amaca sahipmiş gibi
görünmüyordu. Hayatın daha büyük anlamı ya da anlamları olabileceği düşüncesine
galiba bir tek ben sahipmişim bir de okuduğum birkaç yazar ve şair sahipmiş
gibi gelirdi. Hayatın çok daha farklı yaşanabileceği düşüncesini gene de her
zaman içimde sakladım. Okuyarak, düşünerek, hayaller kurarak, inanarak ve daha
çok okuyarak bu düşünceyi içimde besledim ve büyüttüm. Evet; hayatın geçinmek,
evlenmek, üreyip çocuk sahibi olmak, işe gidip gelmek, haftasonları başı kopmuş
sinek gibi sağda solda dolaşmak ve yıllık izinlerde ölü balık gibi kumsalda
uzanmak dışında büyük bir anlamı olmalıydı. Ve kariyer dediğimiz gündelik çalışmaların,
yapıp etmelerin de bu büyük anlamın içinde önemli bir yeri olmalıydı. Eğer bu
anlamı bulamadan, kendi hayatımı o büyük anlamın içinde konumlandıramadan
yaşarsam, bütün hayatımı geriye dönüp bakınca kocaman bir hiçlik ve boşluk
uğruna geçirmiş, kısacası Hayatı ıskalamış olacaktım.
Allah’ın bir lütfu olarak; daha önce anlamını ve içeriğini
bilmediğim kamu sektöründe, devlette bir mühendis olarak çalışmaya başladım.
İETT bir belediye kurumuydu. Amacı da insanlara toplu ulaşım hizmeti
sağlamaktı. Başlangıçta bunun anlam ve önemini bilmeden çalıştım. Benim için
önemli olan sadece rahat bir çalışma ortamı sunmasıydı. Yıllar geçtikçe kamuda
çalışmanın benim idealist yanımı en iyi karşılayacak kurum veya şirket veya
işyeri olduğunu daha iyi anladım. Yaptığımız işin sonucu insanlara dokunuyordu.
Emeğimin nihai sonucu bir işyeri sahibinin kârı değil insanlara hizmet olarak
dünyada dolaşıma giriyordu. Başka birinin veya birilerinin paralı çalışanı
olmadığım düşüncesi beni işime o kadar bağlamıştı ki tüm çalışma hayatım
boyunca sabahları işe kendi işime gider gibi gittim. Burası benimdi. İşimi
bileğimin hakkıyla (sınavla) kazanmış olmak bir yana, insanlara hizmet etmek
daha iyi bir ulaşım sistemi daha iyi bir şehir kurmak için çalışıp çabalama,
akıl sermayemi bunun için kullanıyor olma düşüncesi beni o kadar mutlu etmişti
ki bunun için Allah’a hep şükrettim. Kendimi adeta Mısır’da Firavun’un
zulmünden kurtarılmış biri gibi hissediyordum. Başkalarına köle olmayacaktım. Bu
inanılmaz bir şeydi benim için. Mucizeydi adeta. Çünkü Boğaziçi Üniversitesinde
okurken kamuda çalışmak gibi bir düşüncesi olmazdı kimsenin. Buna teşvik
edecek, yönlendirecek bir kanal da yoktu. Benim üniversitemi bitiren birinin
kariyer planı ya üniversitede kalıp araştırma yapmak daha çok da uluslararası
bir şirkete girip kariyer yapmak olarak şekillenirdi. Amerikan tarzı kapitalist
eğitim modeline göre şekillenmiş bir eğitim kurumunda kamusal bir ideali teşvik
edecek herhangi bir düşünce yapısı ve zihniyeti de yoktu. Buna rağmen, kaderin
cilvesi, Allah’ın iradesi ve benim için bir nevi mucizesi olarak devlette işe
başladım. Böylece yaptığım işi idealize edebilme, daha yüksek bir amaca ve
ideale bağlama imkânım oldu. Özel sektörde bu çok daha zor olurdu, belki de
imkânsız olabilirdi.
Yaptığım iş ve akademik çalışma alanlarım toplu ulaşım
sistemlerinin yönetimi üzerineydi. Toplu ulaşım önemliydi çünkü her yanını
arabaların işgal ettiği, havasının ve çevresinin kirlendiği, trafik yüzünden
keyif alınan değil eziyet çekilen bir şehirde yaşamamak için iyi işleyen,
zamanında gelen, her yere konforlu ve güvenli bir şekilde insan gibi
gidebildiğin bir toplu ulaşım sistemi olmazsa olmazdı. Toplu ulaşım sistemi
sağlıklı işlemediğinde, insanlar bu sefer biraz para kazanır kazanmaz arabaya
yöneliyor, herkes de arabaya yüklenince yollar yetmez oluyor, yeni açılan ve
genişletilen yollar da araba kullanmaya daha fazla teşvik yarattığı için trafik
hepten kaotik oluyordu. Toplu ulaşım sisteminin içine otobüsler, metrolar,
tramvaylar, teleferikler, vapurlar, deniz otobüsleri, metrobüsler hepsi
dahildi. Hatta daha geniş düşünürsek, güvenli bisiklet ve yürüyüş yolları da araba
kullanımını önleyecek bir ulaşım sisteminin parçasıydı. İşte bütün bu
sistemlerin iyi yönetilmesi için çalışmak oldu işim. Bir yandan iş yerinde
bunun uygulamasını yaparken, üniversitede yüksek lisans ve doktora
çalışmalarımda da bunun araştırmasını yaptım. Konferanslarda, kongrelerde,
seminerlerde bununla ilgili bildiriler sundum, makaleler yazdım, karşılaştırma
yapmak ve iyi uygulamaları yerinde görmek için şehirlerden şehirlere gezdim.
Yüksek lisans tezimin konusu toplu ulaşım sistemlerinin
performansının nasıl ölçüleceği ve iyileştirileceği üzerineydi. Doktora tezinde
toplu ulaşım sisteminin yapısal ve kurumsal sorunlarını İstanbul üzerinden
çalıştım. Çok başlı bir yönetim yapısının yarattığı sıkıntıları, toplu ulaşımla
ilgili yapılması gereken hukuki, politik ve kurumsal iyileştirmelerin neler
olması gerektiğini çıkardım. İstanbul’a benzer sorunlara sahip dünyadaki diğer
şehirlere örnek olsun diye bir kurumsal iyileştirme ve dönüşüm modeli önerdim.
En nihayetinde insanların işe gidip gelirken tıklım tıkış otobüslerde,
minibüslerde ezilmediği, zenginin de fakirin de güvenle, konforla ve keyifle
uygun fiyata kullanabildiği, her yere ulaşabilen, planlanan zamanda gelen bir
toplu ulaşım sistemi inşa etmek, güzel ve yaşanabilir bir şehir kurmak demekti.
İstanbul’da bisiklete güvenle binmeyi, bisikletten inip kalabalık olur mu
düşüncesine kapılmadan otobüse zamanında binmeyi, trafiğe takılmadan eve yakın
bir durakta inmeyi, sonra da yemyeşil parkların, bahçelerin içinden yürüyerek
eve gitmeyi hayal ettim. Minibüs homurtularının ve araba kornalarının geceyi de
gündüzü de yaşanmaz kıldığı bir şehir olmakta çıkıp; sakin, huzurlu ve temiz
bir şehir için iyi tasarlanmış ve sağlıklı işleyen bir toplu ulaşım sistemi
şarttı. Ben de tüm çalışmalarımda aslında bunun için çabalıyor, bunun için emek
sarf ediyordum. Akıl sermayesini bu işte kullanıyordum. Ve bundan mutluluk
duyuyordum. Manevi bir tatmin veriyordu bana yaptığım iş ve çalıştığım konu.
Toplu ulaşımın stratejik ve yönetime dönük tarafını
çalışıyordum. Tüm ulaşım sistemini tasarlama ve yönetme işi bende olsaydı
neleri bilmem gerekirdi, hepsini öğrenmeye çalışıyordum. Bunun için işletme,
ekonomi, organizasyon teorisi, sosyal bilimler, şehir planlama, mühendislik vb.
tüm bilim dallarını tarayıp öğrendiklerimi ulaşım sistemlerine uyarlamaya
çalışıyordum. Diğer taraftan dünyanın en iyi ulaşım sistemlerini (Londra,
Singapur, Kopenhag, Vancouver gibi) hem yerinde görüp hem yönetenleriyle
görüşüp hem de kitaplardan makalelerden çalışıp öğrendiklerimi İstanbul’a nasıl
uyarlayabilirimi düşünüyordum. Daha sonra sadece İstanbul’da kalmamak, tüm
dünyaya açılmak gerektiğini düşündüm. En nihayetinde yeryüzü tüm şehirleriyle
tüm ülkeleriyle benimmiş gibiydi.
Çünkü yeryüzü Allah’ın insana emanetiydi. Ona iyi bakarsan,
güzel ve huzurlu bir şehir (köy ve kasabalar da buna dahildir) kurardın. İnsan
gibi yaşardın. İnsanların aklını, zekâsını ve organizasyon yeteneğini gösterebileceği,
dünyaya hoş bir seda bırakabileceği güzel bir alandı ulaşım sistemlerini
çalışmak. Şehirlere ve ülkelere daha iyi bir ulaşım sistemi kurmaları konusunda
danışmanlık yapmak, bu konuda araştırmalar yapmak, projelere destek vermek, bu
sayede dünyayı gezmek, karşılaştırmalar yapmak, öğrenmek ve öğretmekti isteğim.
Allah bana da böyle bir misyon vermiş gibiydi. Aklımı ve bilgimi yeryüzünü imar
etmek, güzelleştirmek ve daha yaşanabilir kılmak için kullanacaktım. Aksi
takdirde, ben görevimi hakkıyla yerine getirmezsem, karada ve denizde fesat,
bozukluk ve kirlilik çıkabilirdi. Dünya bana emanet edilmişti. Benim de kendi
küçük dünyamda kendi küçük çabalarımla yapabileceğim şeyse daha iyi toplu
ulaşım sistemleri kurarak insana yakışır şehirler kurulmasına katkıda
bulunmaktı. Böylece belki küresel ısınmayı önlemeye tek başıma gücüm yetmese de
en azından dünyamızın ve çevremizin daha kötüye gitmesini bir nebze olsun
engelleyebilirdim.
İlahi güzelliğin parıldadığı şehirleri tasarlamak…Bu geçici
konaklama yerinde o Bahçenin hatırasını canlandıracak şehirler…Huzurun ve sükûnun
ve insanca yaşayabilmenin mümkün olduğu şehirler…İşte aklımı, bilgimi ve çabamı
böyle bir ideale harcayabilirdim. Allah’ın iradesini yeryüzünde böyle hâkim
kılabilirdim. Elimden geldiğince. En nihayetinde dünya dünya olarak kalmaya
devam edecekti, hiçbir zaman o Bahçe olmayacaktı, oradan uzaklığı
hatırlatacaktı. Ama gene de o Bahçeyi unutmamak, oradan bir hatıra olsun burada
görebilmek, hissedebilmek için insanca yaşanabilecek bir şehir kurmak
önemliydi. Geçici konak yerini orayı hatırlatacak şekilde dizayn etmek…İşte
benim kariyer hedefim de buydu.
“Atları, katırları ve
eşekleri binmeniz ve süs olsun diye yarattı. Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha
nice (ulaşım araçları) yaratır.”
* *
*
Yorumlar
Yorum Gönder