Siyaset


Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi. Şüphesiz o çok zalimdir, çok cahildir.”
Evet biz yüklendik bu görevi. Ne zaman nerede bu teklifin sunulduğunu hatırlayamasak da bize soruldu ve biz de kabul ettik. Başımıza tam olarak neyin geleceğini hesap edemedik. Bilemedik. Ve aynı zamanda içimizdeki karanlık taraf da böylece açığa çıkmış oldu. Kabil’in Habil’i öldürmesinden bu yana da defalarca ortaya çıktı insanın bu karanlık yanı. Sayısız cinayet, sayısız savaş, sayısız kan dökme, sayısız baskı, çeşitli biçimlerde sayısız zulüm insanın ne kadar da zalim ve acımasız olabildiğini sayısız defa ispatladı. Hepsinin de bir sebebi, bir bahanesi vardı bu zulümlerin tabi. Sorulduğu zaman “Ama” ile başlayan cümleler sıralanırdı. Böylece dünya denilen aşağılardaki bu yerde insanın karanlık tarafı kendisine bir ayna gibi gösterildi. Dünya tarihinin en önemli olaylarının büyük barışların değil büyük savaşların olması, tarih dediğimiz şeyin büyük oranda insanın karanlık tarafının ortaya çıkarıldığı bir film şeridi olduğunu göstermeye yeter. İnsanlar birbirilerini önce ötekileştirmek, sonra düşmanlaştırmak sonra da boğazlamak yoluyla “Bunun üzerine, şeytan o ikisini oradan kaydırdı ve onları bulundukları yerden çıkarttı. Dedik ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin” ayetinin gereğini yerine getirdiler.

Çünkü insana üstlendiği yük/görev/misyon/emanet ağır geldi. Her koşul ve şart altında topluluk baskısı altında kalmadan doğru davranmak ve doğru söylemek insan için zordu. Savaşı ve kötülüğü kışkırtan kalabalıkların gürültüsü içinde kendi sesini kaybetmek daha güvenli göründü. Tarihte kişisel sebeplerden kaynaklanan cinayetlerin dışında milyonlarca insanın topyekûn seferber olduğu savaşlarda ölen sayısız insanın var olması, dünyanın ne kadar irrasyonel bir mekân olduğunu net bir şekilde gösteriyordu. İnsanlar birbirine güvenemezdi. Cennetten düşen insan öncelikle diğer insanlara karşı olan güvenini kaybetti. Artık kendini korumak zorundaydı. Taş ve sopa çok ilkeldi. Sonra kılıcı ve kalkanı geliştirdi.  Yetmezdi. Sonra tüfeği, F-16’yı ve atom bombasını icat etti. Kendini daha güvende zannettikçe daha da güvensizliğe mahkûm oldu. O Bahçenin içinde güven içinde dolaşırken dünya denilen dikenli bahçeye düşünce dört tarafı düşmanlarla çevrilir oldu. Dışardan hırsız eve girebilirdi, o yüzden en güvenli kapı kilit sistemlerini geliştirmek gerekti. Diğer beyliklerden saldırı gelebilirdi, o yüzden en yüksek duvarlı kaleler ve burçlar inşa etmek gerekti. Diğer ülkelerden saldırılar gelebilirdi, o yüzden hudut karakolları ve nöbetçi kuleleriyle sarmak gerekirdi tüm sınırları. Aslında insanın diğer insanlardan değildi korkusu. İnsan, kendi karanlık yüzünü diğer insanlara projekte ederek/yansıtarak gene kendisinden korunmaya çalışıyordu. Çünkü “Şeytan onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor”du. Oysa şu da bir gerçekti ki “Şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vadetmez”di. Düşmanlıklar, ötekileştirmeler insanın kendi kuruntusundan, kendinden kaçışından, karanlık yüzünden başka bir şey değildi.

İnsanın diğer insanlara karşı durumu aslında kendine karşı durumuydu. Yüklendiği emanet ve görev de bu durumu aşmasıydı. İnsanların birbirine güvenebildiği huzur ve barış ortamını sağlayarak o bahçenin havasını buraya taşıyabildiği ölçüde insanlığının özünü gerçekleştirebilecekti. Devletler bunun için vardı. Yönetim sistemleri bunu gerçekleştirme vaadiyle ortaya çıkmıştı. Hukuk sistemleri, kurallar ve kanunlar bunun için geliştirilmişti. Bir arada yaşamayı becerebilelim diye. Büyük parlamentolarda, belediye meclislerinde, mahalle muhtarlıklarında, köy kahvelerinde insanlar bunun için bir araya gelmişti. Birlikte güzel, kardeşçe, adil ve o bahçe tadında bir dünya kurabilmek içindi asıl amaç. Zordu bu emaneti üstlenmek. Zaten insan onun için insandı. Adaleti yeryüzünde tesis etmesi gerekiyordu. Kendisi olabilmesi için, diğer insanlarla bir arada güvende yaşayabilmek için, özündeki iyiliği ortaya çıkarıp karanlık tarafını silebilmesi için, diğer insanlarda kendi benliğini görebilmek ve kendi benliğinde diğer insanları görebilmek için. Yabancılaşmadan kurtulması için. Çünkü diğer insanlar öteki değildi. Kendi benliğinin birer parçasıydı.

Çok basit bir örnekle yabancılaşan ve yabancılaşmayan insanın örneğini verelim. Yabancılaşan insan herhangi bir sebeple para harcadığında, azalan parasını ya da daha genel bir ifadeyle “kendi çıkarını” düşünür öncelikle. Marketten alışveriş yaparken aklından geçen düşünceler: “cepte kaç para var, şu ürünlerin fiyatı ne kadar, iki tane alsam, yok yok bir tane yeter, hesapla, topla çarp ve böl, kasada ödemeyi yap, para üstünü sayalım, evet geride ne kaldı. Bir sonraki sefere..” Yabancılaşmayan insanın düşüncesi de şöyle olurdu: “Ne güzel ki dünyada benim kendi başıma yapamayacağım işleri benim yerime yapan birileri var. Bu fırında yapılan ekmeği kendim yapmaya çalışsam ne kadar da meşakkatli olurdu. Sağolsun benim yükümü alan birileri var şu dünyada. İşte bu yüzden ekmek alma vesilesiyle beni düşünen bu fırıncıya hak ettiği ücreti vereyim de o da ihtiyacı olan ama kendi başına beceremeyeceği şeyleri almak için diğer insanlara verebilsin. Ekmek alarak onun da başka bir ihtiyacını gidermesine vesile olayım.” Böylece benden bir şey gitmiyor, çıkarımdan bir şey eksilmiyordu. Sadece alışveriş yaparak birbirimize yardımcı oluyorduk, çünkü tek başımıza bu kadar ihtiyacımızı karşılamamız imkansızdı. Ve bizim güven içinde bu alışverişi yapabilmemizi birbirimizi yemeden yaşamamızı sağlamaya çalışan; kanunlarıyla, kurumlarıyla, memurlarıyla seferber olan devlet mekanizmasının işlemesi için de vergi vermem gerekiyorsa seve seve verebilirdim. Aslında Ötekine değil kendime veriyordum bu vergiyi de. Ne alışveriş yaparken ne de vergi verirken param eksilmiyordu aslında, çıkarımdan bir şey azalmıyordu, aksine birbirimize yardımcı olmaya çalışıyorduk. Çünkü hayat zordu. Yüklendiğimiz emanet ağırdı. Birbirimizin yanında olmalıydık.

Siyaset bunun için vardı. Devlet bunun içindi. Birbirimize yardımcı olabilmek, yüklendiğimiz bu emaneti hakkıyla yerine getirmek içindi. Seçim, meclis, parti, bayrak, kanun, devlet, başkan, memur, kurum, resmî gazete, asker, polis, hâkim, ülke; birbirimizi yemeyelim, üzmeyelim, kısa süreliğine konakladığımız bu yurtta anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getirmeyelim diye vardı.

Ama insan eline yüzüne bulaştırdı görevini. Karanlık tarafı ağır bastı. Tüm dünya ötekileşti böylece. Sadece kendi kaldı geriye. Yalnızdı. Diğer insanlar kardeşi olabilirdi, güzel bir fikirdi bu. Ama kazın ayağı öyle değildi. Dünya çok acımasızdı. Bugün sen acımazsan yarın sana da acımayabilirlerdi. Ve emaneti yüklenmek ağır geldi. Usulca bir kenara bıraktı. Evet rekabete, ötekileştirmeye, savaşa ve kötülüğe devamdı. Böylece insan biraz daha düştü. Bahçe uzaklardaydı.

*     *    *

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya