Kayıtlar

Temmuz, 2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Başlangıçta...

Resim
Başlangıçta elbette Söz vardı.. Uyum vardı.. Güzellik vardı.. Her şey yerli yerindeydi.. Bütünlük dağılmamıştı.. Ovalar, kırlar, okyanuslar, dağlar ve kuşlar gerçekten ovaydılar, kırdılar, okyanustular, dağ ve kuştular. Her şey gerçekten o şey olmanın mutluluğu ve huzuru içinde sonsuzlukta yüzmekteydi. Uzaklarda bir yerde o bahçe vardı. Her şey o bahçenin içindeydi. Bahçenin dışında hiçbir şey olmamıştı. Bahçe her şeyi kapsayan ve aşan güzelliğiyle sonsuzluğa uzanıyordu. Bahçenin ağaçları, ağaçların yaprakları ve meyveleri gerçek bir ışıkla parlıyordu. Güneş yoktu, her şey doğal bir ışıkla aydınlıktı. Gökyüzü sonsuz bir mavilikte kaybolmuştu. Her şeyi kuşatan yumuşak ve ılık bir mavilik… Evet, başlangıçta Söz vardı, ama kelimeler henüz ayrışıp dağılmamıştı. Söz kendini sonsuz bir mutlulukta, bütünlükte, iyilikte ve aydınlıkta kuşatıyordu. Bahçe ve Söz birbirinden ayrı değildi. Bahçeye henüz yılan girmemişti çünkü. Elma ağacı da görünürde yoktu. Görülen huzurlu bir aydınlık, duyu

Doğum ve Dünya

Resim
Ondan sonraki günleri hayal meyal hatırlıyordum. Sanki aradan uzun çok uzun asırlar geçmişti. O bahçe çoktan unutulmuş, içime silik hatırasını bırakıp uzaklaşmıştı. Kendimi coğrafyasını bilmediğim, insanlarını da tanımadığım yepyeni bir dünyanın içinde bulmuştum. Uzak bir gurbet havası…Dayanılmaz yalnızlık duygusu…Dilini de bilmediğim bu uzak alemin içinde müthiş bir soğukluk hissettim önce…Sonra titreme…Sonra hıçkırıklar ve gözyaşları içimden kendiliğinden boşandı…Belki saatlerce ağladım…Sonra biraz dinlenip tekrar ağladım…Uyandığımda kendimi sıcak bir yatakta daha sonra kendisini anne diye çağıracağım kadının kollarında buldum. O bahçenin sıcaklığından bir parça da oraya sinmişti sanki. Daha sonra konuştuğum doktorlar, ondan sonra biraz sakinleştiğimi anlattılar. Derin bir uykuya dalmışım. Rüyamda o meleği de gördüm. Beyaz bembeyaz bir aydınlık halinde indi. Önce hoş geldin dedi, sarıldık, ağlaştık tekrar. Sonra yüzünde umutla korku arasında bir ifade sezdim. Sordum neydi bunun an

Oyun

Resim
Uyanığımda, kendimi genişçe bir bahçenin içinde upuzun, sonsuzca uzanan meyve ağaçlarının arasında arkadaşlarla oyun oynarken bulmuştum. Her bir oyun sanki bir şeylere hazırlık gibiydi. Kovalamaca oynarken, amaçsızca birbirimizi yakalamayı, sonra tekrar koşturmayı öğrenmiştik. Hiç sonu gelmeyen bu oyunu oynarken bazen amaçsızlık ve kaybolmuşluk duygusuna kapılırdık. Sonra yorulur, başka bir oyuna geçerdik. Köşe kapmaca; hayat dediğimiz oyunu belki de en iyi yansıtan oyundu. Köşemizde hiç rahat durmaz, sürekli daha iyi bir köşe ararken; ortada kalana üzülmemeyi de o yıllarda oynadığımız bu oyunla öğrenmiştik. Birdirbir oynarken birilerinin üstünden atlayarak kazanmayı, tavla oynarken de kazanmak için hayatta şansın da zekânın da önemli olduğunu öğrenirdik. Sonra şansa bağlı bu zafer ve yenilgiden bıkar, sadece aklımızı kullanarak da rakibimizi yenmenin mümkün olduğu satranca dalardık. Ama bu oyun da ince hesaplarla saatlerce sürer, tüm heyecanımızı kaybeder, sonra mahalle maçı yapma

Sınav

Resim
Sonrasında çok, o kadar çok sınava girdim ki; hayat adeta hiç bitmeyecek bir sınavlar zincirinden ibaretmiş gibi göründü. Ders aralarında bozuk paralarla oyunlar oynadığımız, okul bahçesinde kolkola omuz omuza dolaştığımız arkadaşlarımız, o sınavlarda ezeli rakiplerimiz olurdu. Sınavlardan yüksek not aldığımızı öğrendiğimizde önce sevincimizi paranteze alır, sonrasında en yakın arkadaşlarımıza sorardık kaç aldın diye. Eğer onlardan da yüksek aldıysak, bu sefer sevincimiz tamamına erer, bir sonraki sınav için daha çok çalışmaya başlardık. Sınavlardan düşük not aldıysak da ilk istediğimiz; bizim gibi düşük not alan, hatta bizden de düşük alan birilerinin olduğunu öğrenmek olurdu. O zaman içimiz biraz rahatlar, yalnız olmadığımızı hissederdik. Böylece her sınavda, herkesin büyük bir yarış gibi gördüğü, bizim de öyle saymamızı istediği hayat oyununun içine biraz daha gömülür, o bahçede kardeşçe yaşadığımız sonsuz günlerin silik hatırasını da iyice unuturduk. Bazen öylesine sıkılırdı

Kitaplar

Resim
Kitapların sayfalarını bazen sanki yolda kaybettiğim bir şeyi arar gibi hızlı hızlı çevirirdim. Belki o sayfaların birinde bulurdum o bahçeye dair bir kaç cümle. Bin bir gece masallarının birinde tebdil-i kıyafet gezip halkın arasına karışan halifeyi okuyunca, gülümsedim. Sarayından uzakta çarşı pazarda dolanırken sormuştur kendine ne işim var burada benim diye. Kitapta anlatılan hikayeler bir labirent gibi birbirinin içine girer, hangisinin en üstteki hikaye olduğunu benimle beraber kitaptaki kahraman da unuturdu. Hayat kitabına çok benzeyen bir havası vardı bu başı sonu belli olmayan hikâyelerin. Her şey mümkündü, her şey bir acayipti, her şey masallar ve rüyalar gibi gerçeküstüydü sanki. Kader kaçınılmazdı, olaylar bir şekilde seni bulurdu, sen onları değil. Bir kitabı bitirip, durmaksızın diğerine geçtiğim uzun yaz günlerinin birinde Robinson Cruzo adlı kitaba rastladım. Kitaptaki kahraman ve hikâye, bin bir gece masallarının silik ve iradesiz kahramanlarından ne kadar da fark

Büyük Koşuşturma

Resim
O zaman büyüyünce ne olacaktım? Ne iş yapacaktım? Hayattaki büyük görevim ne olacaktı? Lise yıllarında başlayıp, üniversite yıllarında artarak devam eden sıkıntılı bekleyiş. Aslında ne kadar da güzeldi herhangi bir mesleğin yaftasının üzerimize yapışmadığı yıllar. İş hayatı dedikleri ruh öğütme makinasına henüz girmediğimiz yıllar. Hayata bakacağımız küçük pencerelerimizi belirlememiştik daha. Yüksekçe bir tepenin üzerinden bakıyordum sanki. Her şey benimle ilgiliydi, ben de her şeyle ilgiliydim. Her gün yapmak zorunda olduğum rutin bir iş olmayınca ne kadar da özgürdü her şey. Gündelik işler o insanların işiydi. Ne kadar da büyük bir hevesle benimsiyorlardı rollerini. Evet büyük işler başarıyorlardı. Bazen gerçekten rol yaptıklarının farkında olup olmadıklarını çok merak ederdim. Daha sonra da en çok ilgimi çekecek olanlar, henüz rolünü tam benimseyememiş, görevini üzerinde eğreti bir şey gibi taşıyanlar olacaktı. Yaptıkları işin aslında bir rol olduğunu biliyorlardı öyleleri. Ken

Sürgün ve Kış

Resim
Bazen ne kadar da yabancı gelirdi her şey. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen, her gün yüzünü gördüğüm, sesini duyduğum şu arkadaş birden sanki yıllardır görüşmediğimiz eski bir tanıdığa dönüşürdü. Sevgilimin eli ne kadar da soğuk ve cansız oluverirdi. İşteyken yan odada her sabah selamlaştığım, gördüğümde en azından merhabalaştığım iş arkadaşım uzak bir gezegenden buraya düşmüş gibiydi. Sanki insanlarla ortak bir geçmişimiz yokmuş da ruhsuz hayaletler gibi sadece anlamsız karşılaşmalardan ve yönsüz sürüklenmelerden ibaretti birlikteliğimiz. Nereden geldiğimize ve nereye gittiğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Kim olduğumuzu zaten unutmuş gibiydik. Birbirimize beyli hanımlı hitap ederek bu yabancılık ve uzaklık hissini hep birlikte daha da artırıyorduk. Uzak bir yerlerden gelecek bir haberi bekliyorduk belki de. Ama onun da gelip gelmeyeceği belirsizdi. Her şey belirsizdi zaten. Kendi kendimize her şeyi biliyormuş gibi yaptığımız ve de olaylar hep kontrolümüz altındaymış gibi d

Üniversite

Resim
Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği bölümünde okudum. O zamanki adıyla üniversite giriş sınavı ÖSS’de oldukça iyi bir derece yapmış, hemen hemen tüm üniversitelerin tüm bölümlerine girebilecek bir puan almıştım. Gerçekten ne istiyordum? Açıkçası bilmiyordum. Liseyi İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde okuduğuma göre, sayısal bölümlerden mühendislik veya tıp seçebilirdim.   Her ne kadar ailem istese de tıp okumamı, o seçeneği baştan elemiştim. Hastaneler, insanlar ve onların bitmek bilmez hastalıklarıyla uğraşmak, sakinlik ve huzuru daha çok seven ruhuma uygun bir meslek değildi. Evet, belki iyi para kazanıyor olabilirlerdi ama parayı da çok fazla düşünmüyordum. Nasıl olsa bir şekilde geçinilir, para da kazanılır, ama sevemeyeceğin bir mesleği de sırf ailen istedi diye, insanlar saygı duyar diye (bu da genelde çok umurumda olmadı hayatta) ya da iyi para kazanılır diye yapmak akıl karı değildi. Geriye mühendislikler kalmıştı. Bunların içinde de bana aşırı teknik g

Askerlik

Resim
2010 yılının Ağustos’unun başında nerede askerliğimi yapacağım belli olmuştu: İlk 3 ayı Isparta Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda olmak üzere uzun dönem 12 ay asteğmen komando. Kısa dönem tercih etmeme ve komando olmak isteyip istemediğimi sormalarına ve benim hayır dememe rağmen, çok isabetli ve çok yerinde bir atamayla (!) komando asteğmen seçilmiştim. Sonuçlara bilgisayardan bakarken babamın ağladığını hatırlıyorum. Bendeyse herhangi bir duygusal reaksiyon yoktu. Başıma ne geleceğine dair bir fikrim de yoktu. 2 gün sonra babam ve amcamla otobüse atlayıp Eğirdir’e doğru yola koyulduk. Aşırı sıcak bir yaz gününde Eğirdir’de kışlanın kapısının önünde vedalaştıktan sonra, hayatım yeni bir yöne doğru girmişti bile. Ertesi gün sabahın erken saatinde kendimi, üzerime bol gelen uzun kollu ve keçe gibi sert asker kıyafeti, ayaklarımı patlatırcasına sıkan botlar ve yüzlerce yaşıtımla içtima alanı dedikleri alanda bulmuştum. O gün sabahtan akşama kadar o alanda çömel kalk çömel kalk çömel k

İşe Başlama – İETT Yılları

Resim
Askerliğin bitmesine yaklaşık yirmi gün kala oda arkadaşım Maraş’ta öğretmenlik yapan Mustafa; bir akşam, “bak yeni kadrolar açılmış, senin KPSS puanın da iyiydi bir bak istersen” demişti. Bense o sıralar iş konusunu pek de düşünmüyor, askerlik sonrası uzun uzun tatil yaptıktan sonra özel sektörde bir iş ararım diye iş aramakla çok da uğraşmıyordum. Tek istediğim bir an önce askerliğin bitmesiydi. Sonra zaten her türlü mutlu olurum herhalde diye düşünüyordum. Mustafa’ya önce çok ilgilenmediğimi söyledim. Her akşam memurlar.net sitesini takip eden tam memur karakterli bir arkadaştı. Çok ısrar etti, en kötü kazanır gitmezsin dedi, hatta tercihini ben yapayım deyince iyi hadi birlikte bakalım dedim. KPSS puanım yaklaşık 91 puandı. Öğretmenler için seneler boyunca çalışarak zar zor yapılacak bir puan olduğu için askerde söyleyince unutmamıştı arkadaşlarım. İstanbul’da endüstri mühendisliği kadrosunda nereler var diye araştırırken İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 4 tane, İETT’nin 7 ta