Hayatı Dolu Dolu Yaşamak
Otuz yaşın eşiğindeydim. Yaklaşık üç ay sonra tam otuz yaşı
doldurmuş olacaktım. Otuz koca yıl. Çeyrek yüzyıldan beş yıl daha fazla.
İçimden geçen duygular… Her şeyden önce gerçekten dolu dolu yaşadığım duygusu.
Geçip giden yılları boşa geçirmemiş olduğum duygusu en ağır basan duygu. Geriye
dönüp bakınca yapabileceğimin en fazlasını yapmaya çalıştığımı, bunda da
oldukça başarılı olduğumu görüyorum. Kendi dışımdaki faktörleri çıkardığımda
(doğduğum ülke ve şehir, karşıma çıkan insanlar, ailemin sosyoekonomik ve
kültürel durumu, toplumun verebilecekleri vb.) kendi yapabileceklerimin
maksimumunu yapmış gibi hissediyorum. İstanbul’un orta halli bir ilçesi olan
Gaziosmanpaşa Küçükköy’de küçük bir dükkân işleten mobilyacı bir babanın tek
oğlu (iki kızkardeşin abisi) olarak dünyaya geldim. Ailemde akrabalarımda
üniversite mezunu annemin dışında okuyan ve örnek alabileceğim bir rol model
yoktu. Okumak ve kendini geliştirmek üzerine kurulu bir aile çevresinden ziyade
ticaret yapmak ve para kazanıp günü kurtarmak üzerine kurulu bir kültürel arka-plandan
geliyordum. Akrabalarımın, yakın uzak çevremin büyük çoğunluğunu
perakende-dükkâncılık-esnaflık-küçük ticaret üzerine kurulu hayatlar
oluşturuyordu. Buna rağmen içimde sonsuz bir okuma, öğrenme, dünyayı tanıma,
kendimi tanıma, düşünme, kendimi geliştirme, daha çok insan tanıma, dünyayı
görme, dünyayı yaşama, doyasıya gezme, okullar üniversiteler bitirme,
diplomalar alma, yüksek lisans ve doktora yapma, en iyi işlerde en iyi işleri
yapma, sunumlar yapma, tüm kitapları okuma, öğrenme ve daha çok öğrenme, gezme
ve daha çok gezme isteği vardı.
Küçükköy’de kendi halinde bir mahalle okulundan lise
sınavlarında Türkiye derecesi yapıp İstanbul Atatürk Fen Lisesi’ne girdim.
Sonrasında üniversite sınavlarında gene derece yapıp milyonlarca öğrencinin
hayalini kurduğu Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliğini kazandım.
Onur derecesiyle bitirdim. İstanbul’un en güzel yerlerinde okudum. Müthiş
arkadaşlıklarım oldu. Türkiye’nin en zeki ve çalışkan öğrencileriyle birlikte
okudum. Bir yıllık zorlu askerlik (asteğmenlik) sürecim bana, hayattaki
zorluklara göğüs gerebilecek müthiş bir direnç ve dayanıklılık kazandırmıştı.
Tezkereyi alınca hayatta hiçbir zorluğun kolay kolay beni yere seremeyeceğini
hissetmiştim. İçimi müthiş bir özgürlük ve kendi olma, kendi hayatımı yaşama isteği
kaplamıştı. İstediğimde yapamayacağım, üstesinden gelemeyeceğim bir şey yoktu
gözümde. Rambo gibi hissediyordum adeta kendimi. Sonrasında İETT’de tam
istediğim gibi bir işim oldu. Para için değil daha üst idealler için çalışıyor
olma arzumu gerçekleştirebildim. 25 yaşında müdür olmuştum. Beni gerçekten
sevdiğine inandığım iş arkadaşlarım vardı. Seviliyordum, saygı görüyordum.
Dünyayı gezdim. Başarı başımı döndürmedi. İyi bir insan olmaya, dünyaya pozitif
bir şeyler katmaya, güzel arkadaşlıklar kurmaya çalıştım. Oldu da. Allah’ın
yardımını hep benimle hissettim. Kötülüğe, haksızlığa, adaletsizliğe karşı
daima teyakkuzda oldum. Doğru olanı yapmaya çalıştım, bazen kendi çıkarıma
zarar vereceğini bilsem de doğru kararlar vermeye çalıştım, bundan büyük keyif
aldım. Arkadaşlarımla içtiğim kahveyi, ettiğimiz güzel ve samimi sohbeti tüm
maddi kazançların üzerinde gördüm. Hep kendim oldum, olmaya çalıştım. Her
durumda espri yapabilmesini, olayların komik ve eğlenceli yanlarını görmesini
bildim. Hep iyi, ama silik bir karakter olarak iyi değil (eh o da kendi halinde
iyi bir insan işte denilecek türden değil), gerçekten iyi, dolu dolu yaşamasını,
sevmesini bilen, insanların hayatına gerçekten bir etki bırakabilmiş iyi bir insan
olarak bilinmek istedim. Az çok bilindiğimi de düşünüyorum. Gerçekten kimse
hakkında kötü düşünmek istemedim, kötü düşünmedim. Kötü düşünceleri olduğunu,
bana yamuk yaptıklarını bildiğim insanları da yeterince olgunlaşamamış bir
bilince sahip insanlar olarak görmeye çalıştım. Ruhen ve psikolojik olarak yeterince
güçlü olmadıkları için, kendilerini yetersiz gördükleri, aşmaya çalıştıkları
bir aşağılık kompleksi içinde oldukları için kötü işler çeviriyorlardı, kötü
düşünüyorlardı.
Okunmaya değer tüm kitapları okumaya, okumakla da kalmayıp
altlarını çize çize, notlar ala ala, adeta yiyerek bitirmeye çalıştım. Hayatın
anlamına dair yazılmış tüm kitapları (felsefe, psikoloji, tarih, roman, şiir,
akademik makaleler, bilimsel yazılar, kutsal kitaplar) okumaya çalıştım.
Öğrenme ve merak duygusu içimi yakıp kavuruyordu. Yüzeyselde kalmayıp iyice
derine indim. En derine. Orada son kutsal kitap Kuran’ın her şeyi aydınlatan
ışığı gözlerimi kamaştırdı. Bu bende daha çok okuma daha çok öğrenme istediği
uyandırdı. Tutkuyla, hırsla, delicesine okudum. İçimdeki okuma, öğrenme,
yaşama, doyasıya yaşama isteğini bir ateş gibi hissettim. Başka kültürleri,
başka medeniyetleri, başka dünya görüşlerini tanıma isteğiyle doldum. Dünyaya
boşuna gelmemiştik, gelmemiştim. Yapılması gereken şey neyse onu yapmalıydım.
Bir misyonum olduğu düşüncesini hep içimde taşıdım. Kendimi dünyanın merkezinde
görüyordum adeta. Her şey ama her şey benimle ilgiliydi sanki. Bunun
bencillikle, ben merkezcilikle hiçbir alakası da yoktu. Hissettiğim daha çok kendime
güven, kendime saygı, kendimle barışık olma ve “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen // Merdüm-i dide-î ekvân olan
âdemsin sen (anlamını merak edenler bir zahmet Google’a sorabilirler)”
haliydi. Çünkü dünya benimle ilgiliydi. Benim dünyaya vereceğim cevaptı önemli
olan. Düşüncelerimle, yaptıklarımla, hayat projemle ve olmak istediklerimle bir
benliğim bir kimliğim olacaktı. O da “ben” dediğim tanımı sonsuz olan bir
şeydi, ruhtu kısacası. Dışarıda değil ruhta kat edilen yoldu önemli olan. Gerçek
benliğimizin gerçek kendimizin yaşanacağı yer olan Sonsuzluk Alemi’ne, o
Bahçe’ye yapılan hazırlıktı her şey.
Sonrasında yüksek lisansa başladım. Yüksek lisansı bitirdim.
Doktoraya başladım. Derslere girdim çıktım, sınavlardan geçtim, makaleler
yazdım, sayısız ödev ve proje bitirdim, konferanslarda, kongrelerde sunumlar
yaptım, alkışlar aldım, mutlu oldum, tezler yazdım, jürilerden geçtim, genel
müdürlerle çalıştım, dünyanın dört bir yanında network’ler kurdum, İETT’de
kendi halinde çalışan bir mühendis olarak dünyanın öbür ucunda Los Angeles’ta,
New York’ta, Singapur’da, Londra’da, Barselona’da şehrin ulaşımından en üst
düzeyde sorumlu ekipleriyle toplantılar ayarladım, Los Angeles’ta yapılan bir toplantıda
karşı tarafın yaptığı bir sunumda Türk Bayrağı ile karşılanınca gurur duydum,
bir ülkem olduğu ve İstanbul gibi herkesin gelmek istediği, gelenlerin
unutamadığı bir şehirde çalıştığım ve yaşadığım için daha çok mutlu oldum,
arkadaşlıklar kurdum, İstanbul’u gezdim, Türkiye’yi gezdim, Amerika- Afrika-
Avrupa- Asya derken Dünya’yı gezdim, toplantılarda sabahtan akşama kadar
ulaşımı konuştuk, çözmeye çalıştık, sonra kitaplar okudum, tekrar okudum, bir
daha bir daha okudum, bir kitap bitince diğerine başladım, dünyayı öğrenmek,
sadece okuyarak değil, yaşayarak, görerek, tecrübe ederek, hissederek
öğrenmekti istediğim. Sokrates’i, Platon’u, Aristo’yu, Pascal’ı, Descartes’i,
Kant’ı, Hegel’i, İbn Arabi’yi, İbn Sina’yı, Mevlana’yı, Leibniz’i, Russell’i,
Wittgenstein’i, Tolstoy’u, Dostoyevski’yi, Proust’u, Popper’i ve daha sayısız
düşünürün kitaplarını okudum. Hepsinden bir şeyler öğrendim. Hepsinde eksik bir
şeyler gördüm. Tevrat’ı, Zebur’u, İncil’i (Matta, Markos, Luka, Yuhanna) ve
Kuran’ı okudum. Büyük resmi gördüm. Büyük resmin içindeki büyük yerimizi
gördüm.
Gerçek aşkı aradım. Samimi, gerçek, tutkuyla sevdiğim ve
sevildiğimi hissettiğim, kendisinde gerçekten kendimi bulabileceğim bir aşk.
Onun yerine küçük stratejik hesaplar, ucuz santimantalizm, yapmacıklık, güç
oyunları, alınganlıklar ve yüzeysellikler gördüm. Çok da aldırış etmedim. Kendi
başıma da güçlüydüm. İş yerinde herkesten kendisi olmasını, güçlü olmasını,
risk alabilmesini, en zor durumlarda bile mizah duygusunu kaybetmeden işin
üstesinden gelebilecek olgunluğu ve cesareti göstermesini, ast-üst hiyerarşisi
olmadan eşit bir şekilde, açık ve dürüst bir iletişim kurabilmesini bekledim.
Onun yerine aman efendimcilik, başımız ağrımasıncılık, siniklik, ego
tatminciliği, köşe kapmacılık, kapılan köşeleri kaybetmemecilik, küçük hesaplar
peşinde günleri öldürme ve fazla sivrilmeme, sivrilenleri de törpüleme gördüm.
Çok da aldırış etmedim. Memurların ve amirlerin dünyasında silik bir karaktere
dönüşmek istemedim. Kendime ve karakterime ihanet edemezdim. Kendi başıma da
güçlüydüm. Müdürlüğü bıraktım. Sonra izin aldım, Londra’ya okumaya gittim.
Önümde dolu dolu yaşanacak bir hayatım vardı. Kendim olma ve özgür olma, özgür
hissetme arzum her şeyin önündeydi.
Evet otuz yaşına merdiven dayamışken, şu meşhur otuz yaş
sendromunun s’si dahi yoktu bende. Galiba yaşamayı bilemeyenlerin, kendini
bulamamışların, ortalıkta kaybolmuşların, kendi hayatlarını değil başkalarının
ve çevrelerinin hayatlarını yaşayanların, hayatını boşa geçirenlerin, ne
yapacağını bilemeyenlerin ve bilmek için de bir çaba göstermeyenlerin, akıntıya
kapılmışların, risk alamayanların, hayal kuramayanların, yaşamayı
beceremeyenlerin, hayatı müthiş bir mucize olarak değil de yaşanacak bir yük ve
bitirilmesi gereken bir ödev olarak görenlerin yaşadığı bir şeydi bu sendrom.
İçim müthiş bir yaşama arzusuyla doluydu. Arzular kanımda bir çağlayandı.
Kendim olmak, kendimi bulmak ve kendimi yaşamak istiyordum. Büyük projelere
imza atmak, dünyayı sallamak, gezmek, okumak, daha çok okumak, güzel işler
yapmak, müthiş kitaplar yazmak, müthiş arkadaşlıklar kurmak, âşık olmak, aşkla
yaşamak, dünyaya hoş bir seda değil de gümbür gümbür bir şarkı bırakmak, doğru
olanı söylemek, doğru olanı yapmak, dünyayı daha iyiye daha güzele dönüştürmek,
güzel sunumlar yapmak, alkışlar ve övgüler almak, başarmak, kötülüğün değil
iyiliğin egemen olmasını sağlamak, kısacası güzel bir hayat yaşamak istiyordum.
Dünyanın saklı anlamını aramak ve bulmak, anlamlı bir hayat yaşamak, o anlamı
dünyanın her yerine taşımak istiyordum. İçim dolu doluydu. Kendi sesimi bulmak
ve kendi sesimi duyurmak istiyordum. Oturmaya mı gelmiştik. Bence değil.
Oynamaya gelmiştik. Keyifle, neşeyle, heyecanla, hırsla (olumlu anlamda
kullanıyorum bu kelimeyi), arzu ve tutkuyla oynamaya. Önümdeki yılların ve
yolların bilinmezliği ve çokluğu başımı döndürüyordu. Her yol bambaşka bir yola
açılıyordu. Tüm yolların sonu da oraya çıkıyordu. Gerçek Ev’imize,
kaybettiğimiz Bahçe’ye ve O’na. O zaman huzurla ve güvenle yürünebilirdi
yollar. O’nun izin verdiği o zamana kadar tüm güç ve enerjimle yola devamdı…
“…Sonunda dönüşünüz
yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz…”
*
* *
SON (ŞİMDİLİK)
Yorumlar
Yorum Gönder