Tarih
“Tarih uyanmak istediğim bir
kabustur.”
Olaylar, olaylar, olaylar. Sayısız insan, sayısız olay,
sayısız hikâye. Tarihte olmuş bütün bu olaylar yığınına şöyle tepeden bakınca
sanki çok yüksek bir gökdelenin üzerinden yere bakan biri gibi başım dönüyor.
Her olay bir diğerine açılıyor. Her kişi hem aktör hem figüran. Benim dışımda
olmuş ve olacak olaylar silsilesini düşününce kendimi ister istemez çok küçük
ve kaybolmuş hissediyorum. Bir taraftan da o olayların aslında benim onları
yorumlamam için var olduğunu, onun dışında kendi içlerinde bir varlıklarının
olmadığını, olsa bile bunun bir önemi olmadığını düşünmekten kendimi alamıyorum.
Tek gerçek ve önemli olan hikâye benim kendi hikâyemmiş gibi geliyor. Herkesin
hikâyesi aslında Büyük Hikâye’nin bir parçası. Ama gene de o kadar çok
farklılık var ki bazen hepsini bir araya getirememe hissiyle boğulur gibi de
oluyorum. Tarihi yorumlarken bir çerçeveye, bir bakış açısına, bir perspektife
ihtiyaç duyuyorum. Neden bir geçmiş var mesela? Neden gelecek var? Benim yerim
ne bu sonsuz sayıda olay arasında?
Tarih birbirinden kopuk sayısız olay yığınından başka bir şey
değilse, bir bütünlüğü yoksa bütün bu olayların, olaylar kendilerinden başka
daha üst bir hikâyeye işaret etmiyorlarsa, olmuş bitmiş şeylerse, bir
canlılıkları yoksa, sadece anlatılagelen gerçekleşmiş olagelmişliklerden
ibaretse bu korkunç bir şey olurdu. Tarih, bir insan ve olay çöplüğünden ve
mezarlığından başka bir şey olmazdı. Bunu düşünmek bile dehşet verici olurdu.
Ama gerçekten düşünmek. İnsanın yeryüzüne ayak bastığı ilk günden bugüne geçen
sürede olan tüm olayları, yaşayan tüm insanları düşün. Etkileri günümüzde devam
ediyor gibi bir düşünceyle o olayları günümüze ve kendi benliğimize çekmeye
çalışırsan tam olarak dediğim gibi düşünmüyorsun demektir. Olaylara hala üst
bir çerçeve veriyorsun. Günümüze bağlamadan, sadece “olan biten” şeyler olarak
gör tüm tarihte yaşananları ve bunları yaşayanları. Kurulmuş ve yıkılmış
sayısız devleti ve imparatorluğu, çöllerde gelip geçmiş kabileleri, Orta
Asya’nın engin bozkırlarında binlerce yıl önce at üstünde yaşamış bir göçebenin
tarihteki yalnızlığını düşün. Onların artık olmadığını, toprak üstünde kanlı
canlı birer insanken, artık toprak bile olmadıklarını düşün. Niğbolu Savaşı’nda
başına aldığı bir gülle darbesiyle oracıkta hayatını kaybeden bir Sırpı ya da
bir Türkü düşün. Olaylara anlam vermeye çalışma. Sadece bir olay olarak gör. Ve
bütün bu olayları zihninde ard arda dizmeye çalış. Sonsuzluk duygusu içinde
boğulmadan bunu yapamazsın.
Bunu yapamamamız aslında içimizdeki çok önemli bir gerçeğe
işaret ediyor. İki seçenek var burada: Tarih ya anlamlı bir bütündür ya da anlamsız
olaylar yığınından başka bir şey değildir. Arası diye bir seçenek yok burada.
Ayrım çok net. İkincisini tasavvur edebilmemiz mümkün değil. Olmayana ergi
yöntemi üzerinden gidersek birinci önermeye varırız: Tarih anlamlı bir
bütündür. Ne zaman geçmişte bir olayı veya kişiyi değerlendirirsek onu
kendimize veya bugüne bağlamadan düşünemememiz bunun en büyük delilidir. Ona
hep bir üst anlam vermeye çalışırız. Başka olaylara bağlarız. Niğbolu Savaşı
yapılmıştır, çünkü Türkler Avrupa’nın içine ilerlemek istemektedir. Aklımızda
hemen Osmanlı’dan bu yana gelişen olaylar zincirini kurar, bu savaşı da oraya
bir yere yerleştiririz. Kronolojik olmak zorunda değildir bu yerleştirme.
Konuyu anlam ve önemine kavuşturmak için yaparız. Günün anlam ve önemi gibi
olayların ve insanların da anlam ve önemleri vardır zihnimizde. Anlam ve önem
vermeden hiçbir olayı düşünemeyiz. Salt bir olay olarak bakamayız. “Objektif”,
değerden ve yorumdan arındırılmış bir tarih mümkün değildir.
O zaman tarihi bir bütün olarak düşünürsek tüm olayların da
içinde olduğu bu Tarih denilen Büyük Hikâye neden var? Neden Zaman varsa onun
için var. O halde Zaman neden var? Zamanüstünden Zamana “düştüğümüz” için var.
Neden Zamanüstünden Zamana düştük o zaman? Bilmiyorum. Bunu bilebilmek insan
aklını aşar, çünkü insan aklı zamansallık üzerinden akıl yürütür. Öncesi
sonrası vardır onun için. Öncesi sonrası olmayan bir durumu tahayyül edemeyiz.
Bundan dolayı alegoriler var: O Bahçede insanoğlunun yediği meyve var, yılan
var, Şeytan var. Yani bir şey oldu, ama bu olan şeyin ne olduğunu tam olarak
asla ifade edemeyiz. İnsanı ve Zamanı açıklamak için öne sürülen “evrimsel”
açıklamalara değinmeyi bile gereksiz buluyorum. İnsanın hikâyesi metafiziktir.
Yani fizik ötesidir, yani zaman ve mekân ötesidir. İşte bundan dolayı tarihin
bir anlamı vardır. İşte bu Üst Anlamı keşfetmek için üst bir çerçeveye, bakış
açısına, kısacası üst bir hikâyeye ihtiyacımız var. Tüm hikâyelerin kendisine
açıldığı, kendisinde toplandığı Ana Hikâye’ye.
Londra’da British Müzesi’nde tüm insanlığın eserlerini (Eski
Mısır, Babilliler, Hititler, Sümerler, Asurlular, Ninovalılar, Urartulular,
Antik Yunanlılar, Romalılar, Antik Çin ve Japon medeniyetleri, Aztekliler,
İnkalılar, Anglo-saksonlar, Moğollar, Sasaniler, Emeviler, Persler,
Memlüklüler, Akkoyunlular, Babürlüler, Selçuklular, Osmanlılar, Fatımiler ve
daha gelip geçen kimisinin ismi bile olmayan sayısız millet, topluluk, kabile,
insan…) bir arada görünce başım dönmüştü. Hepsinin bir anlamı olmalıydı. Bu
anlam hepsini içermeliydi. Hem insanları, hem milletleri, hem olayları, hem
savaşları, hem devletleri, hem yenilgileri, hem ölümü, hem yaşamı, hem insanın
ölümsüzlüğünü hem de ölümlü oluşunu, hem kahramanlığını hem de zavallılığını
içermeliydi.
Tarih; hak ve batıl, doğru ve yanlış, iyi ve kötünün mücadelesinin
sergilendiği zaman dilimidir. Tarih kesintisiz bir bütünlüktür. Tarih bizim O
Bahçe’den ötede yeryüzündeki hikâyemizdir, serüvenimizdir. Tarih görmesini,
bakmasını, işaretleri okumasını, şifreleri çözmesini bilene bir öğüttür. Bir
ibrettir. Bir delildir. Tarih yükseliş ve çöküştür. İlahî Kanunun vuku
bulmasıdır. Aksi takdirde Tarih diye bir şey yoktur, olaylar çöplüğü vardır. O
halde Tarih vardır. Ve o bizim aynamızdır. Kendimizizdir orada gördüğümüz.
Kendi benliğimiz ve düşmüş ruhumuzdur.
“Onlar, hiç yeryüzünü
dolaşıp kendilerinden önce yaşamış olanların sonlarının ne olduğunu görmediler
mi? Onlar ki daha kudretliydiler, yeryüzünde daha derin izler bırakmışlardı ve
dünyayı daha iyi imar etmişlerdi; onlara da peygamberleri hakikatin bütün kanıtlarıyla
gelmişti; ama Allah onlara haksızlık yapmış değildi, onlar kendi kendilerine
haksızlık yapmışlardı.”
* *
*
Yorumlar
Yorum Gönder