Üniversite


Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde Endüstri Mühendisliği bölümünde okudum. O zamanki adıyla üniversite giriş sınavı ÖSS’de oldukça iyi bir derece yapmış, hemen hemen tüm üniversitelerin tüm bölümlerine girebilecek bir puan almıştım. Gerçekten ne istiyordum? Açıkçası bilmiyordum. Liseyi İstanbul Atatürk Fen Lisesi’nde okuduğuma göre, sayısal bölümlerden mühendislik veya tıp seçebilirdim.  Her ne kadar ailem istese de tıp okumamı, o seçeneği baştan elemiştim. Hastaneler, insanlar ve onların bitmek bilmez hastalıklarıyla uğraşmak, sakinlik ve huzuru daha çok seven ruhuma uygun bir meslek değildi. Evet, belki iyi para kazanıyor olabilirlerdi ama parayı da çok fazla düşünmüyordum. Nasıl olsa bir şekilde geçinilir, para da kazanılır, ama sevemeyeceğin bir mesleği de sırf ailen istedi diye, insanlar saygı duyar diye (bu da genelde çok umurumda olmadı hayatta) ya da iyi para kazanılır diye yapmak akıl karı değildi. Geriye mühendislikler kalmıştı. Bunların içinde de bana aşırı teknik gelen (o zaman bunu bildiğimden değil sadece isimlerden yola çıkarak seçim yapıyordum) makine, bilgisayar, inşaat, elektrik, elektronik, kimya vs. hepsini elediğimde geriye bir tek tam olarak içeriğini kavrayamadığım Endüstri Mühendisliği kalıyordu. Biraz işletmeye yakın oluşu, diğer mühendislikler kadar salt teknik bir içeriğinin olmayışı, yüksek puanlı (bilgisayar ve elektrik-elektronik mühendisliğinin ardından geliyordu) olması, herhalde buradan rahat iş bulunur düşüncesiyle de bu bölümü seçmiştim. Üniversite olarak da en yüksek puanlı öğrencilerin gitmesi, Boğaz sırtlarında güzel bir kampüsünün olması, popüler olması vs. gibi sebeplerle de Boğaziçi Üniversitesi’ni seçmiştim.

Üniversitenin ilk yılı İngilizce hazırlık sınıfında geçti. Liseden de fazla birikimim olmamasından dolayı en düşük kurda ingilizce öğrenmeye başladım. Derslere düzenli giden, ödevlerini yapan ve sınavlardan genelde en yüksek notları alan bir öğrenciydim. İkinci dönemden itibaren okulun büyük kütüphanesinden genellikle tarih, felsefe ve dinle ilgili ingilizce kitaplar alır, onları büyük bir sabırla (Oxford sözlüğünü yanımdan ayırmazdım) çözmeye çalışırdım. Hocanın ödev olarak verdiği kompozisyonlarda (essay) cümlelerimi, bu kitaplardaki cümleleri taklit ederek yazar, hocaları etkilemeyi başarırdım. O yıl içinde yazdığım ingilizce kompozisyonların hepsi daha sonraki yıllarda sene sonu ingilizce sınavını geçmek isteyen öğrenciler arasında da yayılmıştı. Hocalar en düşük kurda olduğumuz için bize genelde Haziran ayında yapılan ilk sınavı zaten geçemeyiz gözüyle bakardı. O sınavdan geçemediğimiz takdirde de 2 aylık yaz okulu, başarısız öğrencileri beklediğinden, sırf yaz tatilim güme gitmesin diye harıl harıl sınava çalışmış, Haziran’daki sınavı A ile geçmiştim. Bir beginner (başlangıç kuru) öğrencisinin Boğaziçi’nin oldukça zor bir sınavı olan İngilizce Yeterlilik Sınavını hem Haziran’daki ilk sınavda hem de A ile geçmesi çok zordu. Sınava bu kadar çalışmamın arkasında benden bir üst kurda hazırlık okuyan liseden tanıdığım bir arkadaşın benim yanlış ingilizce telaffuzumu sürekli düzeltmeye çalışmasının ve her fırsatta bilgiçlik taslamasının da etkisi olmuştur.

Okulda tüm dersler ingilizce verildiğinden (derste hocalar espriyi bile ingilizce yapardı) iyi bir İngilizceyle başlangıç yapmam iyi olmuştu. Her ne kadar İngilizceyi iyi okuyup yazsam da konuşmada pek iyi değildim. Derslerde özellikle Robert Kolej, Galatasaray Lisesi gibi okullardan mezun olmuş parlak arkadaşlar o güzel İngilizceleriyle özgüveni yüksek bir şekilde hocalarla iletişim kurabilirken, bizim gibi konuşmada daha geride olanlar onların yanında kekeler gibi konuşup da derste rezil olmak istemediğimizden hocalarla fazla konuşmaz, tahtaya yazılan formülleri yazar, dersleri sınav öncesi kitaplardan öğrenmeye çalışırdık. Üniversitenin ilk senesinde 4 üzerinden 3.89 ortalamayla birincilikle başlayan akademik başarı puanım sonraki yıllarda derslere yavaş yavaş ilgimin kaybolmasıyla 3.35’e kadar düştü. Herhangi bir dersten kalmamamın ya da gene de çok da düşük bir ortalamayla üniversiteden mezun olmayışımın tek sebebi, üzerime aldığım işi bitirme psikolojisinden başka bir şey değildi. Üniversitenin son senesinde bir daha bu sınıfları da dersleri de görmek istemediğimi kendi kendime ve arkadaşlarıma söylerdim. Bunda bölüme ve derslerine ilgimin kaybolmasıyla birlikte okulda kendimi yalnız hissetmem de etkili olmuştur.

Kişilik olarak oldukça sosyal bir kişiliğe sahip olduğumu düşünmeme rağmen üniversitede çok kalıcı arkadaşlıklar kuramamıştım. Halbuki lisede çok daha sağlam arkadaşlıklar kurabilmiş, oldukça da eğlenceli geçirmiştim liseyi. Şimdi geriye dönüp bakınca yakın olarak görüştüğüm tüm arkadaşlarım lisedenken, üniversiteden görüştüğüm tek bir arkadaşımın olmayışına hala şaşırırım. Bunda iki önemli faktör etkili olmuş gibi geliyor. Kültürel olarak daha geleneksel, dindar ve halkın içinden diyebileceğimiz bir kültür çevresinden gelmem, üniversitedeki görece daha elit ortama ısınamamış ve kaynaşamamış olmamda etkili oldu. Gerek sınıftaki arkadaşların çoğunluğu gerekse de hocalar bana bu açıdan çok yakın gelmezdi. 60 kişilik sınıfta Ramazan aylarında oruç tutan 3-4 arkadaş olurduk. Normal şartlar altında çevremdekilerin oruç tutup tutmaması da çok önemli bir şey olmayabilecekken nedense diğer arkadaşların özellikle Ramazanda gündüz yemeli içmeli, gece de içkili faaliyetler düzenlemeleri ve beni de çağırmaları garibime giderdi. Bölümden ilk tanıştığım arkadaşla yaptığımız ilk muhabbette içki içip içmediğimi sorması, pek içmem deyince de içersin içersin merak etme demesi, dersimize giren ilk hocanın evlendiğimiz kişide bekaretin ne derece önemli olduğunu tüm sınıfa sorması ve önem derecesine göre el kaldırmamızı istemesi de üniversitede bu konularla ilgili ideolojik diyebileceğim şekilde normalin dışında takıntılı bir hava sezmeme yol açmıştı. Halbuki lisede de çoğu yakın arkadaşım içki içerdi, ama benim içmememin arkadaşlığımızı hiçbir şekilde etkilememesi bir yana, bu çok önemli bir şey olarak görülmezdi. Bu konularda her ne kadar kendimi çok da muhafazakâr hissetmesem de ideolojik takıntıları olduğunu düşündüğüm (hangi görüşten olursa olsun) insanlar beni fazla cezbetmediği için üniversitede karşılaştığım insanlarla gerek arkadaşlık gerekse de hoca-öğrenci ilişkisi olarak çok bir yakınlığım olmadı. Diğer bir sebep, ki bence bu çok daha önemli oldu gibi geliyor, okuldaki rekabetçi hava ve öğrencilerin kariyerist diyebileceğim bakış açısıydı. Türkiye’nin en zeki ve çalışkan öğrencilerinin geldiği okul olan üniversitemizdeki hâkim kültür; Amerikan ekolü tarzında ağır biçimde bireyci, rekabetçi ve kariyerist kültürün teşvik edildiği bir kültürdü. Sınavlarda öğrencilerin kendi notundan sonra ilk baktıkları şey ortalamayı ne kadar geçtikleri olurdu. Öğrencilerin tek düşündükleri okuldaki not ortalaması ve üniversiteden sonra girecekleri bol maaşlı ve çılgın gibi çalışmalı uluslararası şirketler olunca bir süre sonra paylaşacak fazla ortak noktamız da kalmamıştı.

Özellikle 3.sınıftan sonra derslere ilgimin tamamen azalmasında ve bölüme ve öğrettiklerine yabancılaşmamda, gerçekten ama gerçekten öğrenilmesi gerekeni öğrenmek istememle bölüm derslerinin ve hocalarının verebileceklerinin arasındaki uçurumun iyice açılması oldu. Bana göre gerçek bir üniversitede olması gereken – ki hala aynı şekilde düşünüyorum- insanı hayata hazırlaması, kendini tanımasına yardımcı olması, hocaların “akademisyen” ya da öğretim “görevlisi” olarak görev yapması değil öğrenciye rehber ve danışman olması, öğrenciyle birebir ilişki kurarak onu yakından tanıması ve ruhsal gelişimine yardımcı olması vs. gibi özellikler. O yıllarda öğrenciler olarak kendi aramızda en çok sorduğumuz soru, bütün bu derslerin ileride bir işe yarayıp yaramayacağı sorusuydu. Bu soruya kendimizce cevaplar bulurduk, yoksa dersler tamamen anlamsızlaşmaya başlayacaktı. Doğrusal olmayan programlama dersinin hocası, ilk dersinde sert ve tok bir ses tonuyla şöyle söylemişti: “Evet arkadaşlar, şimdi bu derste öğrendiklerimizi nerede kullanırız, nasıl işimize yarar gibi sorular duymak istemiyorum, bu tamamen size kalmış bir şey”. Nokta. Öğrencinin o yıllarda en önemli kaygısı bilgiyi nasıl kullanacağını öğrenmekken, hocaları genelde bu konular ilgilendirmezdi. Sığındıkları argümansa herkesin kendi yolunu belirlemesi gerektiği, bununla ilgili müdahalede bulunmak istememeleri gibi sebeplerdi. Bu sözde liberal tavrın arkasında bana göre daha çok kayıtsızlık ve umursamazlık biraz da elitizm yatardı. Mühendislik gibi bir bölümde en önemli şey öğrenilen bilginin nasıl uygulanabileceğini öğrenmek iken, sanki felsefe dersi işliyormuşçasına dersleri salt akademik kaygılarla öğrenmemizi beklemeleri çok anlaşılır bir şey değildi. En nihayetinde öğrencilerin ve tabi benim aklımdaki en önemli şey, mezun olduktan sonra nasıl iş bulabileceğim, neyin işime yarayacağı, hangi bilgileri öğrenmem gerektiği gibi sorulardı. Türkçe ve inkılap tarihi gibi zorunlu dersleri de saymazsak da kalan dersler matematik temelliydi. İnsanı doyuracak hiçbir yanı yoktu öğretilen şeylerin: diferansiyel denklemler, optimizasyon yöntemleri, doğrusal programlama, vs., vs., vs. Ne meslek olarak herhangi bir faydasının olacağını düşünüyordum öğretilenlerin ne de ruhumu besleyecek, kimliğimi şekillendirecek bir içeriği vardı. 3.sınıfın sonlarına doğru Mühendislik Ekonomisi dersinin bir sınavının ortasında, pencereden dışarı uzun uzun baktığımı, hayatta uzaklarda bir yerde gerçekten yaşamaya değer bir hayatın veya öğrenmeye okumaya kafa yormaya çok daha değer şeylerin olabileceği, benim burada bu saçma sınavın ortasında gereksiz yere vakit kaybettiğim gibi düşüncelerle boğuşurken kararımı vermiştim. Bu sınavı da kalan sınavları da okulu da bir şekilde bitirip en azından bir diploma sahibi olup, üniversitenin ismi sayesinde de bir yerlerde iyi kötü para kazanabileceğim veya takılabileceğim bir iş bulup bir daha da bu sınıflara da derslere de dönmemeye karar vermiştim.

Üniversitenin Kuzey Kampüsündeki büyük kütüphane, üniversitenin havuzuyla birlikte en sevdiğim mekandı. Üniversitenin ilk yıllarında daha çok şiir ve roman kitapları okurdum. Raflardan kitabı alıp, kütüphanenin en alt katındaki film ve müzik odasında derslerden ve bitmek bilmeyen ödevlerden arta kalan vakitlerde akşama kadar bir yandan okur bir yandan da plak koleksiyonundan kulaklıkla müzik dinlerdim.  Türk yazarlardan daha çok Sait Faik, Necip Fazıl, Cahit Sıtkı, Peyami Safa, Orhan Pamuk, Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Orhan Veli sevdiğim yazarlardandı. Sait Faik’in gündelik olaylar içerisinde insancıl olanı bulan yaklaşımını severdim. Necip Fazıl’ın hemen hemen tüm şiirlerine ve diğer yazılarına sinmiş metafizik arayış ve gerilim beni etkilerdi. Cahit Sıtkı’daki lirik coşku şiirselliği sevmemi sağlardı. Peyami Safa’nın geleneksel-modern karşıtlığına dayanan romanlarında kendimden bir şeyler bulmuşumdur hep. Onun Fatih – Harbiye’sini ben de Gaziosmanpaşa – Etiler olarak yeniden yazabilirdim. Orhan Pamuk’un Kara Kitap ve Yeni Hayat’ı o yıllarda çok sevdiğim kimlik ve arayış romanlarıydı. Ahmet Hamdi ve Yahya Kemal İstanbul’a ve tarihe bakışımı etkilemiştir. Orhan Veli’deki her şeyi hafife alan tavır, benim genel modumla çok uyuşurdu. Beni bu güzel havalar mahvetmişti belki de, bilmiyorum. Yabancı yazarlardan da Marcel Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sini ilgiyle okumuştum. Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşlerini derslerde sınıfın en arka sırasında otururken bitirmiştim. Oradaki karakterlerden Alyoşa inançlı oluşuyla ve kendiyle barışık iyimserliğiyle bana daha yakın gelirdi. 

O yıllarda liseden arkadaş Metin’le İstanbul’un tarihi arka sokaklarında uzun uzun yürür, bir yandan gündelik geyik muhabbeti çevirir, bir yandan da felsefeden, hayatın anlamından konuşurduk. Sayı olarak fazla arkadaşım yoktu belki ama derin muhabbet çevirebileceğim iki üç yakın arkadaşımın olması yetiyordu. Derin olan her şey beni kendine çekerken, yüzeysel olan da itiyordu. Sanki hayatın bir yerlerde saklı derin bir anlamı var, yaşanmaya değer bir hayat var ve çevremdeki insanların hayat diye benimsedikleri hayatı yaşarsam onu ıskayacakmışım, boşa yaşayacakmışım gibi gelirdi. Üniversite son sınıfta artık benim için en önemli sorular mezuniyetten sonra ne yapacağım değil de burada bu dünyada ne işimizin olduğu, nereden gelip nereye gittiğimiz, ölümün ve hayatın varsa anlamı, olan biten herşeyin açıklaması, ne yapmamız gerektiği gibi büyük sorulardı. Bu sorulara farklı farklı cevaplar verilebilirdi, hiç önemli değildi. Ama önemli olan bu soruların en önemli sorular olduğunun farkında olmak ve en azından cevaplamaya çalışmaktı. Etrafımdakilerin iyi bir şirkete kapak atma, güzel bir kızla çıkma veya evlenme, yüksek lisans veya doktora yapıp aynı ruhsuz dersleri almaya devam etme, para kazanma ve daha çok para kazanma üzerine kurulu hayat projesi gözüme artık o kadar ıvır zıvır şeyler olarak görünmeye başlamıştı ki onların hayat dediği oyunu oynayamayacağıma karar vermiştim. Bu saydığım hedefler belki kendi içinde önemli olabilirdi ama büyük sorulara cevap vermeden sadece bunlar üzerinden hayatı kurgulamak ve yaşamak boşa yaşamış olmak gibi geliyordu.

Bu düşüncelerle son sınıfta daha çok felsefe ve din üzerine kitaplar okumaya başlamıştım. Batı felsefesinin temel klasiklerini, Kuran’ı, diğer dinleri, tüm felsefe ve düşünce tarihini bu dönemde okumaya başladım. Okuduğum kitaplar genelde İngilizceydi. Okudukça daha çok okuma isteği uyanıyor, bir kitap bitmeden diğerini okumaya başlıyordum. Bu süreçte gerçek bilgiye dair bir şeylerin yazıldığı, düşünüldüğü ve tartışıldığı bir evren bulmak beni karamsarlığa ve boşluğa düşmekten kurtardı diyebilirim. En azından bu büyük sorular üzerinde düşünen benden başka birçok kişinin olduğu gerçeği beni bir nebze olsun rahatlatmıştı. Aksi takdirde daha derin bir anlamsızlık çukurunda boğulabilirdim gibi geliyordu. Hayatımın geri kalanını gerçekten öğrenilmeye değer bilgiyi aramak, araştırmak ve yaşamakla geçirmenin planlarını yapıyordum. Bir yandan da üniversitenin son sınıfındaki son dersleri bitirmek üzere bitmek bilmeyen quiz, vize, ödev, proje ve finallerle boğuşuyordum. Özellikle sınav zamanları daha çok okuma isteğim gelirdi. Sınavlara sınıftaki arkadaşlarla birlikte çalışmaktansa kütüphanede tek başıma çalışmayı tercih ederdim. Sınıf arkadaşlarımın aşırı telaşlı ve panik havası beni yorardı. Kütüphanede tek başıma sınavlara çalışırken, raflardan aldığım kitaptan 20-30 sayfa okuduktan sonra, biraz da sınav konularını hızlıca tarar, sonra tekrar heyecanla okuduğum kitabın sayfalarına gömülürdüm. Bu okuma süreci o yaz mezun olup 2010 yılının temmuz ayında askere gidene kadar tüm hızıyla devam etti. Askerden önceki iki haftayı da yaklaşık 1500 sayfalık Felsefe Tarihi kitabını baştan sona ilgiyle okumakla geçirmiştim. Antik Yunan filozoflarından, Orta Çağ Batı Felsefesine, İslam Felsefesinden modern filozoflara hepsinin düşüncelerini ardı ardına okumak bende baş döndürücü bir etki bırakmıştı. Bu kadar yoğun okuma sırasında savrulup kaybolmamam; kendi aklımla doğruyu bulabileceğime dair inancımın yanı sıra dine ve Kurana bağlı bir dünya görüşünü içselleştirmiş olmamla açıklanabilir. O yıl içerisinde; Kuran’da 1400 yıl öncesinden kesinlikle söylenemeyecek olduğunu düşündüğüm bazı bilimsel ifadelerin ve matematiksel mucizelerin varlığına dair okuduklarım, bilimsel kanıta ve akılcı argümanlara düşkün zihnimi yeterince ikna etmişti. Biraz da bunun verdiği özgüven duygusuyla tüm düşünce tarihini okumak ve gözden geçirmek gibi büyük bir projeye girişmiştim. En azından ana hatlarıyla, büyük sorulara tarih boyunca verilmeye çalışılan cevapların ne olduğuna dair duyduğum merak beni felsefe, din ve düşünce tarihini okumaya itmişti. Dolayısıyla oksijen tüpüyle okyanusa dalmıştım. Yoksa şüpheci ve nihilist felsefi düşünceleri aşmam zor olabilirdi.

Bu dönemde beni en çok etkilemiş felsefi ekol; Kierkegaard, Nietzsche, Camus, Sartre, Dostoyevski gibi yazar ve düşünürlerin çizgisindeki varoluşçu – existansiyalist ekoldü. Hayatın anlamı ya da anlamsızlığı sorunu üzerinde en net ve samimi soruları bu düşünürlerin sorduğunu düşünüyorum. Herhangi bir aşkınlığın veya Tanrının olmadığı bir evrende; anlamın ve doğrunun da olamayacağı düşüncesi beni dini dünya görüşüne tüm diğer dini kitaplardan daha çok bağlamıştır. Özgürlük, kaygı, saçma kavramı, hakiki olmak (authenticity), varoluş, insanın dünyaya atılmışlığı ve sonluluğu vs. gibi bana göre en temel konuları ciddiyet ve samimiyetle ele almaları temel sorular üzerinde düşünmemi kolaylaştırdı. Her ne kadar bu ekol içinde yer almasa da Pascal’ın Düşünceler’i hayatın sonluluğu, insanın evrendeki yeri, Allah’ın varlığı konularında bu dönemde düşüncelerimi en çok etkileyen kitaptı diyebilirim.

İş hayatıyla ilgili düşüncelerimin oluşmasında yaptığım stajlar ve son dönemde yaptığım bir iş görüşmesi oldukça etkili oldu. Bölümden mezun olabilmem için 70 gün staj yapmam gerekiyordu. İlk stajımı ikinci sınıfın kış tatilinde bir otomasyon şirketinde yaptım. Staj yeri bulurken oldukça zorlanmıştım. Üniversite tarafının staj yeri bulmada öğrenciyi kendi haline bırakması ve herhangi bir tanıdığımın olmaması bu süreçte beni oldukça zorlamıştı. İnternet üzerinden rastgele şirketlerin insan kaynakları sorumlularına mailler atıyordum. O kadar çok başvuru yapmama rağmen çok az dönüş yapılması ve dönüşlerin de olumsuz olması canımı sıkmıştı. Hani Boğaziçi’nde okurken iş teklifleri yağacaktı! Pek öyle olmadı. Gene de Perpa’da küçük bir yazılım otomasyon şirketi CV’ni gönder bir bakalım dedikten sonra görüşmeye çağırmıştı. Olumlu geçti, staja başladım. 20 gün boyunca üç bilgisayar mühendisinin sabahtan akşama kadar program yazmakla meşgul olduğu küçük bir ofis odasında, ben de küçük çaplı bir projede destek olmuştum. Fabrikalarda kullanılan metal kesme makinalarının yazılımını yapıyorlardı. Benden de en az hurda oluşturacak şekilde kesme noktalarını gösterecek bir algoritma geliştirmemi istemişlerdi. Kod yazma işi baya sarmıştı, hatta eve gidince de aklımda sürekli üzerinde çalıştığım bir problem vardı. Çalışma ortamı da aslında rahat sayılırdı. Birkaç günde bir, Zürih’te yaşayan patronla video konferans üzerinden görüşme yapıyorlar, geri kalan zamanlarda da işlerine gömülüyorlardı. Öğlen yemeklerinde biraz sohbet etme imkânımız oluyordu mühendislerle. Bütün gün küçücük bir odanın içinde neredeyse hiç konuşmadan akşamı etmek garip gelmişti. İlk haftanın sonuna doğru zaten pek de olmayan heyecanım azalmıştı. Sonraki hafta nasıl geçecek diye düşünmeye başlamıştım bile. Sonraki pazartesi staja gittiğimde ilginç bir sürprizle karşılaşmıştım. Bizim sınıftan bir arkadaş da aynı yerde staja başlamıştı. Zaten en fazla 10 kişinin çalıştığı pek de ismi bilinmeyen firmada bölümden biriyle karşılaşmak baya şaşırtıcı olmuştu. En azından arada birlikte çay kahve içip sohbet edebileceğim birinin olması fena olmamıştı. Kalan günler onun da etkisiyle daha hızlı akıp gitmişti. Böylece ilk zorunlu stajım bitmiş, iş hayatına dair aklımda kalan ilk izlenim de “ne kadar sıkıcı bir şeymiş bu iş hayatı dedikleri şey” olmuştu. O senenin yazında büyük bir bankanın genel müdürlüğünde risk ve kredi derecelendirme kısmında staja başlamış, 20 günlük stajın 15.gününde can sıkıntısından bırakmak zorunda kalmış, bir daha da bankada çalışmama kararı almıştım. Resmiyetin her şeyden önemli olduğu böylesi ortamlar hiç bana gelmezdi. Yaz sonunda da sınıftan bir arkadaşla birlikte Türk Hava Yolları’nda staj yaptım. 15 gün boyunca 3 saatlik çok kısa bir işin dışında vaktimizi bilgisayardan film izleyerek ve şirketin farklı departmanlarını dolaşarak geçirmiştik. İnsanın yanında dertleşebileceği, geyik muhabbeti çevirebileceği biri olunca zaman da hızlı geçmişti. Bir sonraki senenin yazında Mercedes’in fabrikasında yaptığım stajda fabrika ortamını da fazla ruhsuz ve renksiz bulunca iş hayatı dedikleri şeyin öyle aman aman bir an önce atılmak istenecek bir şey olmadığını anlamıştım. Ama zaman geçiyordu, mezuniyet yaklaşıyordu ve bir şekilde para kazanacak bir yere girmek gerekecekti. Bir yandan okulun son sınavları canımı sıkarken bir yandan da bu düşünceler beynimi kemiriyordu. Bütün gün bilgisayarda kod yazarak ya da resmi ortamlarda soğuk ve samimiyetsiz ilişkiler içinde ya da ruhsuz ve mekanik fabrika ofislerinde hayat geçmezdi. Nasıl olacaktı peki, bilmiyordum, sadece sürükleniyordum. Aslında canımı sıkan hayatın beni bir yerlere sürüklediği duygusuydu. Kendi hayatımı değil de sanki bir başkanın hayatını yaşayacakmışım, başkalarının projelerinin bir parçası olacakmışım duygusuydu içimi sıkan. Tüm geniş ailemin kendi küçük dükkanı ya da mağazasında kendi işini çevirdiği bir kültürden geldiğim için olsa gerek, maaşla bir başkasının organizasyonunda çalışan olmanın, hangi fiyakalı şirket olursa olsun, çok da öyle övünülecek ve arzu edilecek bir yanı yoktu bana göre. Bu yüzden de etrafımdaki öğrencilerin uluslararası isim yapmış şirketlere nasıl kapak atılır konulu çaba ve endişeleri çok anlamsız gelirdi.

Son sınıfın son döneminde Sabancı’da part-time çalışan bir arkadaş, şirkette kendisi gibi yarı zamanlı çalışacak birine daha ihtiyaç olduğunu, bana da istersem başvurabileceğimi, kendisinin aracı olabileceğini söyledi. Fena fikir değildi. Zaten 3 dersim vardı, hafta içinde boş vaktim olurdu, bir yandan da mezuniyet sonrasına yatırım yapmış olurdum. Levent’teki ikiz kulelerin olduğu binaya görüşmeye gittim. Sıkı güvenlik kontrollerinden sonra üst katların birinde görüşme için toplantı odasında beklemeye başladım. Pencereden dışarı baktığımda tüm İstanbul’un ayaklarımın altında uzandığını gördüm. Tüm insanlar karınca gibi görünüyordu bu yükseklikten. Biraz sonra odaya oldukça şık giyimli biri erkek biri kadın iki çalışan gelmişti. Kısa bir tanışmadan sonra okul ve bölümümü sordular. Boğaziçi’nde Endüstri Mühendisliğinde son sınıfta okuduğumu söyledim. İçlerinde kadın olanı, bitirdiğim okul ve bölümün iş hayatında çok önemli olmadığını söyledi. Sonra da kendi katıldığı eğitimleri ve sertifika programlarını anlatmaya başladı. İstatistikle ilgili birkaç soru sordular, cevapladım. Uzmanlık alanlarımı sordular, aldığım dersleri söyledim. Fazla iş tecrübem olmadığını, ama ne gösterilirse öğrenebileceğimi de söyledim. Sonrasında hazırladığım CV’me biraz göz attıktan sonra kendimi pazarlamayı pek bilmediğimi söylediler. Nedense bu sözleri zoruma gitmişti. Neden kendimizi “pazarlamak” zorundaydık ki. İnsanın kendini pazarlaması kötü yola düşmesi gibi bir şeydi bana göre. Altta kalmadım ve kendimi pazarlanacak bir şey olarak görmediğimi söyledim. Herhalde pek hoşlarına gitmemiş olacaktı ki, onlarla görüşmemiz bitti. Biraz daha beklememi, İnsan Kaynakları müdürünün de benimle görüşeceğini söylediler. Biraz sonra genişçe ve ferah bir odaya alındım. Müdürle ayaküstü tanıştıktan sonra bana ilginç sorular sormaya başladı. Mesela Türkiye’de kaç tane tenis kortu vardır diye sordu, tahmini bir cevap verdim. Sonra emin misin diye sorunca tabi emin olmadığımı söyledim. Tahta kalemini verdi ve tahtada daha kesin bir cevap için çalışabileceğimi söyledi. Ben de Türkiye’yi bölgelere ayırıp, ona göre tahmini yeniden gözden geçirip başka bir sayı söyledim. Gene emin olup olmadığımı sordu. Ben de çok emin olmadığımı ama elimden gelen en iyi tahminin bu olduğunu söyledim. Görüşme başlayalı yaklaşık 15 dakika geçmesine rağmen adam bir kere olsun gülümsememişti bile. Bazen soruların da garipliğine bakarak biraz gülümseyerek cevap veriyor, karşıdan da benzer bir şekilde gülümsemesini bekleyecek, ortamı rahatlatacak şeyler söylememe rağmen mahkeme duvarı gibi bir suratla karşılaşmak yavaş yavaş germeye başlamıştı beni. Tahtanın başında, ilkokulda sözlüye kaldırılmış öğrenci gibi elimde tahta kalemi, tenis kortu sorusuna cevap bulmaya çalışırken, kendimi niyeyse kötü hissetmeye başlamıştım. Emin olana kadar hesaplamaya devam edebileceğimi söylemişti sağolsun. Tekrar emin misin diye sorunca, biraz da gergin bir sesle nasıl emin olabilirim ki böyle bir sorunun cevabına diye karşılık vermiştim. Buna benzer birkaç soru daha sordu, ben de heyecanımı tamamen kaybetmiş, bir an önce çekip gitmek derdiyle, çok da düşünmeden hızlı hızlı cevaplar vermiştim. Sonrasında gene soğuk bir uğurlamayla odadan çıktım. Çok rahatlamıştım. Bir daha inşallah çağırmazlar demiştim kendi kendime. Bana hayat bahşediyormuş gibi tavırları, kendimi sorgulanıyor hissetmem, küçük dünyaları biz yarattık havaları ruhuma biraz ağır gelmiş, acaba iş hayatı hep böyle insanlarla mı dolu diye sorgulamama yol açmıştı. Gene karar vermiştim. Kendimi satmayacaktım, pazarlamayacaktım, ne olursa olsun, hangi maaşı verirlerse versinler.  

Böylece mezuniyet günü yaklaşmıştı ama okul sonrasına dair hala aklımda net bir şey yoktu. Yüksek lisans yapıp akademiye devam seçeneğini de en azından o vakit için elemiştim. O günlerde sınıftan bir arkadaşın önerisiyle de KPSS’ye başvurmuştum. Aklımda kamuda çalışmaya dair de herhangi bir düşünce yoktu, sadece arkadaşın önerisiyle başvurduğum bir sınav oldu. Zaten hiç çalışmadan öylesine girmiştik sınava. Aklımda hem ne yapacağımı biraz daha düşünmek için zamanım olsun, hem de aradan çıksın düşüncesiyle askere gitmek düşüncesi vardı. Ağustos ayındaki celbe yetişmek için Haziran’ın sonuna kadar askerlik şubesine başvurumu yapmam gerekiyordu. Diploma yetişmeyeceği için başvurunun son gününde mezuniyet belgesini alabilmiş ve Halıcıoğlu askerlik şubesine gelmiştim. Saat öğleden sonra 3 buçuk gibiydi. Şubedeki görevli, eksik olan sağlık muayenesini yapmam üzere beni Kasımpaşa Asker Hastanesine gönderdi. Oraya gittiğimde doktorun biraz önce çıktığını, anca Pazartesi günü gelebileceğini söylediler. Bu durumda benim askere gitmem 4 ay daha gecikecekti. Tabi bu süre içinde ne yapacağım sorusunu da düşünmek gerekecekti. Askerlik şubesine tekrar döndüm ve doktorun Pazartesi günü geleceğini söyledim. Bu durumda Ağustos celbine yetişemeyeceğimi ama gene de Pazartesi sabah bir daha bakabileceğini söyledi. Pazartesi günü hastaneye tekrar gittim. Herhangi bir muayene bile olmadan sağlık raporunu alarak askerlik şubesine geldim.  Şubedeki görevli evraklara baktıktan sonra, elindeki forma doldurmak üzere birkaç soru daha sordu. Askerliğimi 6 ay kısa dönem er olarak mı yoksa 12 ay uzun dönem yedek subay olarak mı yapmak istediğimi sordu. Askerliği olabildiğince çabuk aradan çıkarmak istediğim için kısa dönem istedim. Sonra komando olup olmak istediğimi sordu. İstemediğimi söyledim. Aklımda muhtemelen bir yerlerde kısa dönem yazıcı falan olur bir süre kafamı dinlerim gibi düşünceler vardı. Görevli, evrakları dosya yaptıktan sonra bilgisayardan sisteme girişimi yaptı. Başvuru günü sonrası sistemin kabul etmeyebileceğini de söyledi ama gene de deneyelim bakalım dedi. Birkaç saniye sonrasında sistemin kabul ettiğini söyledi. Hayırlı olsun. Ağustos’ta yolcuydum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya