Sürgün ve Kış


Bazen ne kadar da yabancı gelirdi her şey. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen, her gün yüzünü gördüğüm, sesini duyduğum şu arkadaş birden sanki yıllardır görüşmediğimiz eski bir tanıdığa dönüşürdü. Sevgilimin eli ne kadar da soğuk ve cansız oluverirdi. İşteyken yan odada her sabah selamlaştığım, gördüğümde en azından merhabalaştığım iş arkadaşım uzak bir gezegenden buraya düşmüş gibiydi. Sanki insanlarla ortak bir geçmişimiz yokmuş da ruhsuz hayaletler gibi sadece anlamsız karşılaşmalardan ve yönsüz sürüklenmelerden ibaretti birlikteliğimiz. Nereden geldiğimize ve nereye gittiğimize dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Kim olduğumuzu zaten unutmuş gibiydik. Birbirimize beyli hanımlı hitap ederek bu yabancılık ve uzaklık hissini hep birlikte daha da artırıyorduk. Uzak bir yerlerden gelecek bir haberi bekliyorduk belki de. Ama onun da gelip gelmeyeceği belirsizdi. Her şey belirsizdi zaten. Kendi kendimize her şeyi biliyormuş gibi yaptığımız ve de olaylar hep kontrolümüz altındaymış gibi davrandığımız “mış gibi yapma” oyunu bazen gerçekliğini kaybeder, can sıkıntımızla birden başbaşa kalırdık. Öncesinde pürüzsüz bir şekilde akıp giden zaman birden akmaz olur, içimizde bir yerlerde düğümlenir kalırdı. Yüksek yüksek binalar üstümüze kapanacak gibi düşmanca bakar, yanımızdan hızlıca geçip giden o fütursuz araba, çamurunu üstümüze fırlatır geçerdi. Sokaklarda, caddelerde, tramvaylarda sayısız insan kalabalığı vardı. Sanki hepimiz bir güruh halinde bir oraya bir buraya sürükleniyorduk. Mahşerde olsak en azından bizi neyin beklediğine dair silik de olsa bir fikrimiz olurdu. Burada, bu kalabalık şehirde, hayatın derinlerde bir yerde yatan görünmez ritmi kesintiye uğramış, o müzik duyulmaz olmuştu.

Sürgün diye fısıldadı yanımdan geçen güngörmüş yaşlı amca..Sonra bir şey demeden yürüdü, uzaklaştı..Uzak, diye bir ses duydum sanki sonrasında..Çok uzak..Acı ve korku içinde güneşe baktım. Çocukken göz ve ağız çizdiğimiz sonra da kendimize gülümsettiğimiz o parlak ve hayat sarısı güneş ne gülüyor ne de parlıyordu. Orada, siyah bulutların arkasında kayıtsız ve umarsız rutin hareketine devam ediyordu. Gene o eski zamanlarda, çimlere uzanıp kimini kocaman bir file kimini şekilsiz bir canavara kimini de sevimli bir kaplumbağaya benzettiğimiz, akıp giderken mutlulukla seyrettiğimiz o tombiş bulutlar da şekillerini ve kimliklerini kaybetmiş, kapkara bir duman gibi oradan oraya sürükleniyor, bizim dünyadaki halimizi kendilerince taklit ediyordu. Başım dönmeye başladı. Yol kenarındaki kirli bir banka oturdum. Gözlerimin önü kararmış, vücudum üşümeye titremeye başlamıştı. Başımı kaldırdıkça her şeyin birbirine karıştığını, çizgilerini kaybettiğini, kendi etrafında daireler çizerek histerik bir çılgınlıkta döndüğünü gördüm, ya da görmedim de içinde kayboldum. Önce keskin bir çığlık..Çın çın çınladı dünya..Kesik kesik, boğuk boğuk..Bir süre devam etti..Sonra derin bir sessizlik..Her şey yavaş yavaş yerini almaya başladı. Uzak ve ıssız gezegenin birinde bir süre daha kış mevsimi yaşanacağını, Balkanlardan gelen soğuk hava dalgasının bu yurdu bir süre daha terk etmeyeceğini, buna alışılması gerektiğini duydum. Sesler uzaktan geliyordu ama netti, anlaşılırdı, kesindi. Sahip olacağımız kesinlik şimdilik buymuş. Kış tüm soğukluğuyla belirlenmiş bir süreye kadar devam edecekmiş. O süre de belirliymiş, kesinmiş, biz bilmesek de. O kadar.. Bitti..Sesler uzaklaştı..Başımı yukarı kaldırdım. Kara kara kuş sürüleri güneşin battığı yere doğru çığlık çığlık uçuşuyordu. Yerimden kalktım, atkımı sardım, beremi giydim, paltomun son düğmesini de sıkıca ilikledim. Kış devam edecekmiş. Devam edecekmiş kış. Eve yürüyene kadar sayıkladım. Kış devam edecekmiş. Kış…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya