Dostluk


İyi dostu olanın aynaya ihtiyacı yoktur.
İnsanın hayatta sahip olabileceği en güzel şeylerden biri de onu hayata bağlayan iyi dostlar veya arkadaşlardır. Her türlü sıkıntısını konuşabileceği, kafa dengi, aynı konular üzerinde saatlerce konuşabileceği, hararetle tartışabileceği, bunu yaparken arkadaşının alınmasından gücenmesinden çekinmeyecek derecede samimi, içini dökebileceği, aynı fikirde olmasa da aynı dili konuşabileceği, karşısındakinin usanmadan saatlerce dinleyebileceği dostlar. Çok kişiyle arkadaşlıklar hatta dostluklar kursam da yukarıdaki saydıklarımın hemen hemen hepsini yapabildiğim bir dostum oldu ki o konuda kendimi şanslı hissetmişimdir.

Mehmet’le ortak bir arkadaş sayesinde Fatih’te Atpazarında eski bir kafede tanışmıştık. İlk konuşma konumuzu hiç unutmam. Kuran’ın yaratılmış olup olmadığı ile ilgili metafizik ve teolojik bir tartışmaya girmiştik daha ilk tanışmamızda. Kendisi her ne kadar bir lisede din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni de olsa uzun yıllardır felsefe çalışan, oldukça geniş fikirli ve hoş sohbet biriydi. Ortak arkadaşımız Savaş derin konulardan pek hazzetmez, ama esprileriyle ortamı şenlendirirdi. Gırgır şamata yapacağımız zaman Savaş’la, derin konuları konuşacağımız zamansa birebir buluşmaya başladık. Fatih’in, Taksim’in, Cihangir’in veya Karaköy’ün kafelerinden birinde iş çıkışı buluşur, saatlerce konuşurduk. Başlarda onun İngilizcesini ilerletmek için İngilizce bir makale veya kitap üzerinden okuma yapmaya başlar, sonra daldan dala konudan konuya atlayarak tüm dünyanın meselelerini konuşurduk. Günlük siyasetten, Allah’ın varlığına, işteki sıkıntılardan, kadınlarla ilişkilere, felsefenin en derin konularından, gazetedeki bir habere, Kafka’nın eserlerinden, kardeşinin işlettiği cep telefonu dükkanını nasıl daha kârlı hale getirebileceğimize kadar konuşmadığımız konu kalmazdı.

En çok sevdiğim tarafı da benim felsefi, sosyolojik ve dini görüşlerimi, teorilerimi, atıp tutmalarımı saatlerce dinleyebilmesiydi. Daha da güzeli katılmasa da hak verebilmesiydi. İşte bunu ondan başka hiçbir arkadaşımda görememiştim. Katılmadıkları zaman hak da vermezlerdi diğerleri. Uzun yıllar dini eğitimin (yatılı kuran kursları- imam hatip- ilahiyat) ardından kendini felsefeye vermişti. Felsefede ise bir kültür merkezinde haftada bir gün derslerine giderek takip ettiği Aziz Yardımlı’nın da etkisiyle Hegel’in ve klasik felsefenin akılcı düşüncesini benimsemişti. Daha doğrusu anlamaya ve benimsemeye çalışıyordu. Metafizik bilgiye akılla daha doğrusu sadece diyalektik akli/mantıksal/ussal çıkarımla varılabileceğini savunuyordu Mehmet. En büyük farkımız belki buydu. Bense gerçek bilgiye ulaşmada vahiy ve içsel/sezgisel bilginin akıldan daha önemli olduğunu savunuyordum. Aklı dışlamıyordum, ama özellikle metafizik konularda aklın yetersiz kaldığını saatlerce ispatlamaya çalışıyordum. Felsefi tartışmalarımızın ana eksenini bu konu oluşturuyordu. İşte benim için böylesi önemli bir konuyu herhalde dünyada başka kimseyle konuşamazdım galiba. Çünkü benim dini ve metafizik düşüncelerimi, Kurandan ve dinden verdiğim örnekleri anlayabilecek, yorumlayabilecek, üstüne çıkabilecek, hem de bunu yaparken karşılıklı istediğimiz gibi birbirimize atıp tutabileceğimiz, birbirimizle dalga geçebileceğimiz biri daha olmazdı herhalde.  

Bin yıl önce Kurtuba’da bu metafizik konu üzerine sembolik bir şekilde görüşen İbn Rüşd ve İbn Arabi’nin yirmi birinci yüzyıldaki versiyonlarıydık sanki. O da aynı İbn Rüşd gibi aklın (buradaki akıl daha çok salt çıkarımsal akıl/mantık olarak düşünülmeli) bilgiye ulaşmada tek yol olduğunu savunuyordu. Gazali’nin meşhur “Filozofların Tutarsızlığı (Tehafüt el-Felasife)” kitabına “Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehafüt-el Tehafüt)” diye yazdığı reddiyesi ünlüdür. İbn Arabi ise tam tersi kutupta aynı benim savunduğum gibi gerçek bilgiye ancak sezgi ve keşif yoluyla ulaşılabileceğini savunuyordu. İbn Rüşd vahyi akılla yorumlarken, İbn Arabi aklı vahiyle yorumluyordu. İbn Rüşd salt mantık üzerinden gerçeği ararken, İbn Arabi daha şiirsel ve mistik bir şekilde içsel yolculuğunu (seyr-i süluk) tamamlamanın derdindeydi. Meşhur eserleri Fütühat’ul Mekkiye (benim ismimle aynı köke sahip) ve Füsus-el Hikem’de doğrudan keşfi bilgiyle gerçeğe ulaşmaya çalışır. Buna rağmen Mehmet’in İbn Rüşd’den en büyük farkı da diyalektik akıl üzerinden gitmesiydi. Her varlığın aslında kendi içinde zıttını da (o olmayan şeyi de) içerdiği gibi bir düşüncesi vardı. Yani iyi aslında kötüydü, ilahi olan ilahi değildi aynı zamanda, hem o hem o değil gibi bir şey. Bana göre akıl almaz bir şey olan bu düşünceyi o tabi bu kadar basitlikle ele almazdı. Hegel’in tez-antitez-sentezine dayanan bir diyalektikle bunun geçerli olduğunu ispatlamaya çalışırdı. Ben de bunun üzerine işte böyle kuru akılla giderse saçmalamaya hatta zırvalamaya başladığını söyleyerek tartışmayı alevlendirirdim. Diğer taraftan benim de İbn Arabi’den farkım, onun biraz da panteizme kaçan Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) düşüncesini aşırı bulmamdı. Ama Hakikat’in anlaşılmasında teşbih (Allah’ın yaratılmışlardan hareketle, onların özellikleri üzerinden bilinebilir olması) ve tenzih (Allah’ın olumsuzlama – O aslında bu değil, öyle değil, şöyle de değil diyerek- üzerinden bilinmesi) arasında kurduğu denge önemliydi. Mehmet’le aramızdaki diğer bir görüş farkı da zamanın başlangıcı olduğunu düşüncesini reddetmesiydi. Bense tam aksine zamanın yaratılmış olduğunu ve başlangıcının olduğunu savunuyordum. Mehmet felsefecilerin mantıksal Tanrısına inanırdı, bense peygamberlerin ve kutsal kitapların Allah’ına inanıyordum. Stockholm’ün, Riga’nın sokaklarında bu konu hakkında uzun uzun konuşmuştuk.

İşte dünyada böyle ilginç insanlar ilginç arkadaşlıklar da vardı. Şimdi inandınız mı gerçekten bu konuları konuşabilecek derinliğe sahip hem de haftalarca aylarca konuşabilecek ve dinleyecek kadar kendini bu konulara vermiş başka bir arkadaşımın olamayacağına? Ben bunu Allah’ın doğrudan bir mucizesi olarak görebilirken, o muhtemelen daha diyalektik bir açıklama getirirdi herhalde. Neyin kafasını yaşıyorsunuz demeyin, gerçekten böyle. Özetle, Mehmet o günden bugüne iyi bir dost olarak hayatımdaki unutulmaz yerini çoktan aldı bile. Kendimi keşfe çıktığım bu kitapta kendisinden bahsetmesem çok şey eksik kalırdı.



 Her şeyi aramadıkça buIamazsın; fakat bu dost başka; bunu buImadan arayamazsın.

*     *    *

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya