Dostluk
“İyi dostu olanın
aynaya ihtiyacı yoktur.”
Mehmet’le ortak bir arkadaş sayesinde Fatih’te Atpazarında
eski bir kafede tanışmıştık. İlk konuşma konumuzu hiç unutmam. Kuran’ın
yaratılmış olup olmadığı ile ilgili metafizik ve teolojik bir tartışmaya
girmiştik daha ilk tanışmamızda. Kendisi her ne kadar bir lisede din kültürü ve
ahlak bilgisi öğretmeni de olsa uzun yıllardır felsefe çalışan, oldukça geniş
fikirli ve hoş sohbet biriydi. Ortak arkadaşımız Savaş derin konulardan pek hazzetmez,
ama esprileriyle ortamı şenlendirirdi. Gırgır şamata yapacağımız zaman
Savaş’la, derin konuları konuşacağımız zamansa birebir buluşmaya başladık.
Fatih’in, Taksim’in, Cihangir’in veya Karaköy’ün kafelerinden birinde iş çıkışı
buluşur, saatlerce konuşurduk. Başlarda onun İngilizcesini ilerletmek için
İngilizce bir makale veya kitap üzerinden okuma yapmaya başlar, sonra daldan
dala konudan konuya atlayarak tüm dünyanın meselelerini konuşurduk. Günlük
siyasetten, Allah’ın varlığına, işteki sıkıntılardan, kadınlarla ilişkilere,
felsefenin en derin konularından, gazetedeki bir habere, Kafka’nın
eserlerinden, kardeşinin işlettiği cep telefonu dükkanını nasıl daha kârlı hale
getirebileceğimize kadar konuşmadığımız konu kalmazdı.
En çok sevdiğim tarafı da benim felsefi, sosyolojik ve dini
görüşlerimi, teorilerimi, atıp tutmalarımı saatlerce dinleyebilmesiydi. Daha da
güzeli katılmasa da hak verebilmesiydi. İşte bunu ondan başka hiçbir
arkadaşımda görememiştim. Katılmadıkları zaman hak da vermezlerdi diğerleri.
Uzun yıllar dini eğitimin (yatılı kuran kursları- imam hatip- ilahiyat)
ardından kendini felsefeye vermişti. Felsefede ise bir kültür merkezinde
haftada bir gün derslerine giderek takip ettiği Aziz Yardımlı’nın da etkisiyle
Hegel’in ve klasik felsefenin akılcı düşüncesini benimsemişti. Daha doğrusu
anlamaya ve benimsemeye çalışıyordu. Metafizik bilgiye akılla daha doğrusu
sadece diyalektik akli/mantıksal/ussal çıkarımla varılabileceğini savunuyordu
Mehmet. En büyük farkımız belki buydu. Bense gerçek bilgiye ulaşmada vahiy ve
içsel/sezgisel bilginin akıldan daha önemli olduğunu savunuyordum. Aklı
dışlamıyordum, ama özellikle metafizik konularda aklın yetersiz kaldığını
saatlerce ispatlamaya çalışıyordum. Felsefi tartışmalarımızın ana eksenini bu
konu oluşturuyordu. İşte benim için böylesi önemli bir konuyu herhalde dünyada
başka kimseyle konuşamazdım galiba. Çünkü benim dini ve metafizik
düşüncelerimi, Kurandan ve dinden verdiğim örnekleri anlayabilecek,
yorumlayabilecek, üstüne çıkabilecek, hem de bunu yaparken karşılıklı
istediğimiz gibi birbirimize atıp tutabileceğimiz, birbirimizle dalga
geçebileceğimiz biri daha olmazdı herhalde.
Bin yıl önce Kurtuba’da bu metafizik konu üzerine sembolik
bir şekilde görüşen İbn Rüşd ve İbn Arabi’nin yirmi birinci yüzyıldaki
versiyonlarıydık sanki. O da aynı İbn Rüşd gibi aklın (buradaki akıl daha çok
salt çıkarımsal akıl/mantık olarak düşünülmeli) bilgiye ulaşmada tek yol
olduğunu savunuyordu. Gazali’nin meşhur “Filozofların Tutarsızlığı (Tehafüt
el-Felasife)” kitabına “Tutarsızlığın Tutarsızlığı (Tehafüt-el Tehafüt)” diye
yazdığı reddiyesi ünlüdür. İbn Arabi ise tam tersi kutupta aynı benim
savunduğum gibi gerçek bilgiye ancak sezgi ve keşif yoluyla ulaşılabileceğini
savunuyordu. İbn Rüşd vahyi akılla yorumlarken, İbn Arabi aklı vahiyle
yorumluyordu. İbn Rüşd salt mantık üzerinden gerçeği ararken, İbn Arabi daha
şiirsel ve mistik bir şekilde içsel yolculuğunu (seyr-i süluk) tamamlamanın
derdindeydi. Meşhur eserleri Fütühat’ul Mekkiye (benim ismimle aynı köke sahip)
ve Füsus-el Hikem’de doğrudan keşfi bilgiyle gerçeğe ulaşmaya çalışır. Buna
rağmen Mehmet’in İbn Rüşd’den en büyük farkı da diyalektik akıl üzerinden
gitmesiydi. Her varlığın aslında kendi içinde zıttını da (o olmayan şeyi de)
içerdiği gibi bir düşüncesi vardı. Yani iyi aslında kötüydü, ilahi olan ilahi
değildi aynı zamanda, hem o hem o değil gibi bir şey. Bana göre akıl almaz bir
şey olan bu düşünceyi o tabi bu kadar basitlikle ele almazdı. Hegel’in
tez-antitez-sentezine dayanan bir diyalektikle bunun geçerli olduğunu
ispatlamaya çalışırdı. Ben de bunun üzerine işte böyle kuru akılla giderse
saçmalamaya hatta zırvalamaya başladığını söyleyerek tartışmayı
alevlendirirdim. Diğer taraftan benim de İbn Arabi’den farkım, onun biraz da
panteizme kaçan Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) düşüncesini aşırı bulmamdı.
Ama Hakikat’in anlaşılmasında teşbih (Allah’ın yaratılmışlardan hareketle,
onların özellikleri üzerinden bilinebilir olması) ve tenzih (Allah’ın
olumsuzlama – O aslında bu değil, öyle değil, şöyle de değil diyerek- üzerinden
bilinmesi) arasında kurduğu denge önemliydi. Mehmet’le aramızdaki diğer bir
görüş farkı da zamanın başlangıcı olduğunu düşüncesini reddetmesiydi. Bense tam
aksine zamanın yaratılmış olduğunu ve başlangıcının olduğunu savunuyordum.
Mehmet felsefecilerin mantıksal Tanrısına inanırdı, bense peygamberlerin ve
kutsal kitapların Allah’ına inanıyordum. Stockholm’ün, Riga’nın sokaklarında bu
konu hakkında uzun uzun konuşmuştuk.
İşte dünyada böyle ilginç insanlar ilginç arkadaşlıklar da
vardı. Şimdi inandınız mı gerçekten bu konuları konuşabilecek derinliğe sahip
hem de haftalarca aylarca konuşabilecek ve dinleyecek kadar kendini bu konulara
vermiş başka bir arkadaşımın olamayacağına? Ben bunu Allah’ın doğrudan bir
mucizesi olarak görebilirken, o muhtemelen daha diyalektik bir açıklama
getirirdi herhalde. Neyin kafasını yaşıyorsunuz demeyin, gerçekten böyle.
Özetle, Mehmet o günden bugüne iyi bir dost olarak hayatımdaki unutulmaz yerini
çoktan aldı bile. Kendimi keşfe çıktığım bu kitapta kendisinden bahsetmesem çok
şey eksik kalırdı.
“Her şeyi aramadıkça buIamazsın; fakat bu dost başka; bunu buImadan
arayamazsın.”
* *
*
Yorumlar
Yorum Gönder