İstanbul
İstanbul. Doğduğum, büyüdüğüm, sevdiğim, sevildiğim, okullara
gittiğim, işe girdiğim, caddelerinde yürüdüğüm, otobüslerinde sıkıştığım,
oradan oraya koşturduğum şehir. İstanbul’la ilişkimiz aşk ve nefret ilişkisi
gibi. Bazen ölümüne sevdiğim, bazen ölümüne nefret ettiğim, kaçıp uzaklaşmak
istediğim şehir İstanbul. Uzaklaştığımda da beni kendine görünmez bağlarıyla
geri çeken şehir İstanbul. Roma’ya, Bizans’a, Osmanlı’ya başkent olmuş,
medeniyetler doğurup medeniyetler batırmış şehir. Taşı toprağı altın denilerek
ne hayallerle insanların geldiği ve ne hayallerin hayal kırıklığıyla
sonuçlandığı şehir.
Boğaz’a yakın dar ve eski sokaklarından birinde yürürken
aniden karşıma çıkan boğaz manzarasının büyüleyici güzelliğini severdim.
Caddelerinde o kafe senin bu mekân benim gezerken, gecenin yarısında sanki
gündüzmüş gibi kaynaşan kalabalığını severdim. Eminönü’nün, Fatih’in, Vefa’nın,
Hisarüstü’nün, Kandilli’nin sanki başka bir binyıldan hiç değişmeden fırlayıp
gelmişçesine aniden sessizleşen ve ıssızlaşan arka sokaklarında başıboş
yürümeyi severdim. Boğaziçi Üniversitesi’nin Bebek’e kıvrıla kıvrıla inen o yolunda
yürümeyi severdim. Fenerbahçe’nin Kalamış’ın sahil kenarı parklarını,
Kadıköy’ün rıhtıma inen balıkçılar çarşısını, Emirgan’dan Sarıyer’e uzanan
Boğaz kenarını, Şile ve Ağva’da balık yemeyi, belediyenin sosyal tesislerinde
içtiğim balık çorbasını, Süleymaniye’nin arkasında Haliç ve Boğaz manzaralı o
kafede içtiğim tarihi çayları, midye tavayı ve kokoreçi, öğlen iş arası
Tünel’den Galatasaray Lisesi’ne git-gel yürüyüşlerini severdim. Okuduğum
üniversitelerin yerleri İstanbul’un en güzel yerlerindeydi hep. Boğaziçi’nin
Bebek kampüsü, Yıldız Teknik’in Beşiktaş kampüsü, İstanbul Teknik’in Maçka
kampüsü giderek bozulan ve betonlaşan İstanbul’un içinde bozulmadan ve
betonlaşmadan kalan yeşil ve nefes alabilecek nadir yerlerdi. Bahçeler
önemliydi. Çünkü bu dünyadaki bahçeler, her ne kadar soluk da olsa, o Bahçenin
hatırasını taşıyorlardı. Bahçenin içinde bu dünyadaki sürgün ve yabancı konumumdan
biraz daha uzaklaşıp kendimi daha bir evimde hissedebiliyordum.
İşte bu yüzden İstanbul’dan nefret ederdim. Giderek her yeri
betona boyanan ruhsuz bir şehre dönüştüğü için. Caddelerinde milyonlarca
insanın birbirine bakmadan, selam vermeden, oradan oraya kaotik bir şekilde koşturup
durduğu bir yer olduğu için. Hıncahınç doldurulmuş otobüslerinin,
dolmuşlarının, metrobüslerinin, metrolarının bedenimi ve ruhumu ezip boğduğu
için. Sonsuza kadar bekleyecekmişçesine takılıp kalan, milim ilerlemeyen
trafiğinden dolayı. İnsanların birbirini ezerek hayata tutunabildiği, sevgi ve
saygının insanların hayatındaki yerinde sonlarda geldiği için. Mahalle
hayatının sıcaklığının ve kapı komşusunu tanımanın unutulduğu bir şehir olduğu
için. Arkadaşlıklarının geçici olduğu için. Yeşile hasret bıraktırdığı için.
Gökyüzünü kapattığı için.
Halbuki öyle bir İstanbul olabilirdi ki işe bisikletle gidip
gelirken arabaların saygıyla yol verdiği, bahçeli ev sahibi olmak için
trilyoner olmamak gerektiği, insanların sokaklarında birbirini tanıdığı, halini
hatırını sorduğu, binalarının gri ve kasvetli bir hayalet gibi gökyüzünü
kesmediği, meydanlarında insanların tanıştığı kaynaştığı, birbirinden daha da
uzaklaşmadığı, otobüse ya da dolmuşa binerken ayakta da olsa balık istifi
olmayacağını bilerek bindiğin, kaldırımlarını arabaların işgal etmediği, evin
bahçesinde komşularla birlikte çardağın altında akşam çayını içerken karşılıklı
sohbet ederek kahkahalarla gülüp eğlendiğin, ölümün de şehirden
uzaklaştırılmadığı, onun büyük diriliş gününe kadar sürecek tatlı bir uyku
olduğunu hatırlatan hemen yolun köşesinde beliriveren estetik ve anlamlı mezar
taşlarının insanı karşıladığı, insanının birbirini kazıklamak için değil
birbirine yardımcı olmak için aklını ve zekasını kullandığı, yemyeşil rengarenk
bir şehir. Hemen hemen (bak kesinlikle demiyorum) imkânsız biliyorum. Ama biz
gene de Büyük Hayaller Kuralım.
* * *
Yorumlar
Yorum Gönder