Başlangıçta...
Başlangıçta elbette Söz vardı.. Uyum vardı.. Güzellik vardı..
Her şey yerli yerindeydi.. Bütünlük dağılmamıştı.. Ovalar, kırlar, okyanuslar,
dağlar ve kuşlar gerçekten ovaydılar, kırdılar, okyanustular, dağ ve kuştular.
Her şey gerçekten o şey olmanın mutluluğu ve huzuru içinde sonsuzlukta yüzmekteydi.
Uzaklarda bir yerde o bahçe vardı. Her şey o bahçenin içindeydi. Bahçenin
dışında hiçbir şey olmamıştı. Bahçe her şeyi kapsayan ve aşan güzelliğiyle
sonsuzluğa uzanıyordu. Bahçenin ağaçları, ağaçların yaprakları ve meyveleri
gerçek bir ışıkla parlıyordu. Güneş yoktu, her şey doğal bir ışıkla aydınlıktı.
Gökyüzü sonsuz bir mavilikte kaybolmuştu. Her şeyi kuşatan yumuşak ve ılık bir
mavilik…
Evet, başlangıçta Söz vardı, ama kelimeler henüz ayrışıp
dağılmamıştı. Söz kendini sonsuz bir mutlulukta, bütünlükte, iyilikte ve
aydınlıkta kuşatıyordu. Bahçe ve Söz birbirinden ayrı değildi. Bahçeye henüz
yılan girmemişti çünkü. Elma ağacı da görünürde yoktu. Görülen huzurlu bir
aydınlık, duyulan kuşların neşeli ötüşleri, hissedilense rüzgârın hafif hafif
okşayışıydı. Ne gören görülenden ayrıydı, ne duyan duyulandan ne de dokunulan
dokunandan. Her şey, bitimsiz bir ayrılmamışlığın içinde mutlu bir varlık sürüyordu.
Neşeli sincaplar zıpır tavşanlarla sonsuz bir oyuna dalmış, vahşi hayvanlar
bile evcil ve huzurlu görünmekteydi..
Aslında bir başlangıçtan söz etmek de zor olurdu. Sonrası ve
öncesi olmayan bir andan ibaretti her şey. Kuşlar sonsuz bir şarkıyı mırıldanıyor,
ovalar anın ötesinde bir düzlükte uzanıyor, ağaçlar bitimsiz gökyüzünün
derinliğinde kayboluyordu. Tüm varlık, sonu gelmeyen ritmik bir müzikte neşe
içindeydi. Müziğin sonsuz ritimleri dinleyenleri bıktırmıyor, usandırmıyor,
aksine her ritimde tüm varlık kendinden geçiyor, daha taze bir solukla hayata
uyanıyordu. Hayat, canlılık ve neşe bir bütün halinde var olan her şeyi
kuşatmıştı..
Ayrılık? O henüz adı sanı duyulmayan bir kelimeydi. Bilen ve
bilinen bile ayrı değildi. Rüzgâr sadece birliğin şarkısını taşıyordu.
Ayrılıkla beraber hüzün de yoktu, o da olmayınca ne bir kaygının ne de bir
kederin acı müziği duyulmuş bir şey değildi. Hani filmler mutlu sonla bittikten
sonra bunun nasıl bir şey olduğunu merak ederiz, hiç mi olay olmaz sonrasında,
hiç mi ayrılık yaşanmaz, hiç mi ağlanmaz. Masalların sonunda gökten üç elma
düştükten, prenses prensine kavuştuktan sonra, çok sonra, romanlardaki kahraman
tüm güçlüklerin üstesinden geldikten de sonra derin bir sessizlik olur, her şey
olması gerektiği hale gelmiştir. Sonrasında mutlu ve mesut yaşarlar. Biraz da
öyle bir hal içindeydi bahçe. Ama dinginlikle birlikte canlılık ve hareket de
vardı. Öncesi ve sonrasından kurtulmuştu. Belki de fırtına öncesi sessizlikti
yaşananlar…
Bahçenin içinde, yüksekçe bir yerde, insanlar gördüm. Her
şeyden çok, gerçektiler. Mutlulukları yüzlerinden okunuyordu. Hepsi tatlı bir
meşguliyet içindeydiler. İçlerinden birine ölümü sordum, önce sorumu anlamadı
galiba, uzun uzun yüzüme baktı. Sonra tekrar kendi işine döndü. Kimi gördüysem,
kendini sonsuz bir oyunun her zaman kendini yenileyen farklılığı ve heyecanı
içinde kaybetmişti. Oyunlardaki çocuksu merak ve zafer duygusu herkesin
yüzünden okunuyordu. Bir başkasının yanına yaklaştım, evinin nerede olduğunu ve
ne iş yaptığını sordum. Evinin gördüğüm her yer olduğunu, işininse gördüğüm
gibi olduğunu söyledi. Arkadaşlarıyla derin ve tatlı bir sohbete koyulmuştu
tekrar. Sanki birisinin herhangi bir şey söylemesine gerek kalmadan öbürü
anlıyor, sonra tekrar gülüşmeler başlıyordu. İnsanların yer ve gökle
aralarındaki mesafe de yok gibiydi. Gökler, elini uzatsan avuçlayacak kadar
yakındı. Şahdamarından daha yakın sanki. Arada esen tatlı bahar rüzgârıyla
insanlar bir an kendinden geçiyor, yenileniyor, daha sağlıklı ve hayat bulmuş
bir şekilde iş dedikleri oyunlarına ve muhabbetlerine dönüyorlardı. Sadece
insanlar değil her şey birbiriyle muhabbet içindeydi sanki. Ne insanların
birbiri arasında, ne de insanlarla diğer varlıklar arasında pek bir mesafe
olmadığından, muhabbet hiç zorlanmadan, kendiliğinden bir akışla her şeyi
birbirine bağlıyordu. Her şey sürekli bir kavuşma ve sarılma halindeydi. Kadın
ve erkek de..Can da Canandan ayrı değilmiş o vakitler..
Nasıl oldu, neden oldu hatırlamıyorum. Sanki birden kıyamet
koptu. Önce bir kıpırtı, sonra çok derinden gelen bir sallantı.. Göklerin ve
yerin birbirinden ayrıldığını gördüm. Hayvanların kaçıştığını, insanların
birbirinden koptuğunu dehşet içinde gördüm. Her şey çözülüp birbirinden
ayrılırken, hiç bitmeyecekmiş gibi çalan müziğin sesi de acı bir siren sesine
dönmüştü sanki. Çok sonraları, o olayla birlikte birliğin yerini çokluğa
bırakmakta olduğunu söyleyecekler olacaktı. Artık herkes başının çaresine
bakacakmış. Sonsuz gibi gelen o mutlu günler yavaş yavaş eski ve tatlı bir
hatıraya dönüşecekmiş. O sırada gece ve gündüz birbirinden ayrılmıştı bile.
Artık bahçe doğal bir ışıkla aydınlanmayı bırakmış, yerini güneş denen, bazen
görünen bazen kaybolan yoğun ve yakıcı bir şeye vermişti. Peki bahçe? O
bahçeden de eser kalmamış tabi. Fırtına; tüm ağaçları meyveleriyle birlikte
yerlerinden söküp atmış, artık ne uzayıp giden gölgelerinde serinleyecek bir
ağaç kalmış ne de varlığın akışını seyre daldığımız ırmaklar akar olmuş. Her
şey tozpembeyken, birden siyah beyaz kasvetli bir filme dönüşmüş. Felaketin
üzerinden uzun yıllar geçtikten sonra bile olay aydınlatılamamış, bilirkişiler
elmayı mı ayvayı mı yediği tam olarak anlaşılamayan iki kişiden şüphelenmişler.
Olayın hemen ardından insanların o yüksekçe yerden kafile
kafile aşağılara indiğini görmüşler. Aralarındaki tatlı muhabbet yerini endişe
ve güvensizliğe bırakmış, hatta bazılarının olanlar için birbirlerini
suçladığını görmüşler. Herkes birer yabancıya dönüşmüş sanki. Kara kara
bulutlar gökleri kapatırken, yerde de dikenli çiçekler çıkmaya başlamış. Gruplar
arasında yer yer taşlı sopalı kavgalar da görülmüş, kavgalar yerini hiç
bitmeyen düşmanlıklara bırakmaya başlamış bile. Tepeden inen kalabalık gruplar
arasında gözü yaşlı ve başı öne eğik birini gördüm. Ara ara geriye, o tepeye
doğru bakıp iç çekiyor, sonra tekrar başını önüne eğip yoluna devam ediyordu.
Kendi aşağı inerken sanki ayakları geri geri gidiyordu. Zoraki bir inişti
onunki. Yanına yaklaştım ve sordum. Neydi bunların açıklaması? Nasıl olmuştu da
gökler kararmış, bahçeden kovulmuşlardı? Neden olduğunu tam olarak bilmediğini,
hatta konu hakkında açıklama yapmak da istemediğini söyledi. Yüzünde
şaşkınlıkla karışık pişmanlık ve keder okunuyordu. Sonra derin bir sessizlik
oldu. Pişmanlık yerini merak duygusuna, keder de yerini sebebi bilinmeyen bir
umut duygusuna bırakmış gibiydi. Bedeli ne olursa olsun o bahçeye dönmek
istediğini, aşağıya doğru inen bu kıvrımlı yolların bir yerinden yukarı doğru
bir çıkış bulacağını, bulması gerektiğini söyledi. Bahçede bir söz verdiğinden
bahsetti, sözünü her zaman tutacağından kimsenin şüphesi olmaması gerektiğini
de ayrıca belirtti. Şimdi kendisini biraz rahat bırakmamı, sadece yapacak
işleri ve geleceğe dönük planları olduğunu bilmemi istedi. Başına geleceklerden
habersiz, kederli ve kararlıydı.. Bir benzetme yapacak olsak, her şeyini geride
bırakarak ülkesinden ayrılmak zorunda kalan bir mülteciyi, sürgüne gönderilmiş
bir mahkumu andırıyordu hali.. Göklerden yağmur boşanıyordu..
Yorumlar
Yorum Gönder