Müdürlük
2013 yılının Kasım ayının ilk günlerinde bir sonraki dönemde
Hollanda’nın Gröningen şehrinde bir dönem yüksek lisansa devam etme planları
yaparken, bir akşam telefonum çaldı. Arayan bizim müdürdü. 2011’de birlikte
başlamıştık, 6 ay önce bize müdür olmuştu. Sevdiğim bir arkadaştı. Hayırlı
olsun dedi önce. Dedim hayırdır, yerime geçmişsin dedi sakin ve mizahi bir
sesle. Yok artık dedim, baya şaşırdım. Çünkü hiç aklımdan geçmiyordu kurumda
müdür olmak, istediğim bir şey de değildi. Gereksiz sorumluluk. Benim kafamdaki
dünya bana yeterdi. Ama hayır da demedim. Zaten soran da yoktu. Kamuda çalışmak
böyledir, bir bakmışsın bir göreve gelmişsin, bir bakmışsın başka bir göreve,
sonra alınırsın, sonra başka bir göreve verilirsin, sana pek de sormazlar.
Hollanda planlarını iptal ettim. Müdürlüğe böylece başladım. Yeni bir daire
başkanı gelmişti. Başkanlıktaki diğer müdürler de büyük oranda değişmişti. Şanslı sayılırdım, çünkü daha önce çalıştığım
birimde müdür olmuştum. Arkadaşları tanıyordum. İlk günden itibaren arkadaşlarımla
eskisi gibi devam edeceğimizi, aramızda hiyerarşi olmayacağını hissettirmeye
çalıştım. Buna rağmen bazen bazı arkadaşların Fatih yerine Fatih Bey demeleri
garibime gitmiyor değildi. Sevmiyordum açıkçası beyli bayanlı konuşmayı.
Samimiyeti öldürüyor, araya mesafe sokuyordu. Gene de herkesi bu konuda rahat
bırakmak temel prensibim oldu. İsteyen istediği gibi hitap edebilirdi. Tüm
insanları arkadaşım kardeşim olarak görüyordum. Hiyerarşiyi oldum olası
sevemedim. Ama Türk toplumunda ne kadar da önemliydi hiyerarşik ast-üst
ilişkileri. Bu kalıpları kırmak kolay değildi. Her ne kadar kendim olmaya
çalışsam da belirli bir ilişkiler dünyasında belirli bir konumda yer alıyordum
artık. Aslında iş vermeye askerlikten de alışkındım. Bu işi iyi de yapıyordum.
Ama sonrasında hür general rütbesine terfi ettiğim tezkere gününden beri
ast-üst ilişkilerinden uzak durmak istemiştim. Heyhat! Dünya bunun üzerine
kuruluydu. Organizasyonun olduğu her yerde ast-üst ilişkisi kaçınılmazdı. Bazen
en güzelinin; babam gibi kendi küçük işyerinin sahibi, derebeyi ya da kralı
olmak olduğunu düşünürdüm. Her şeyin sorumlusu sendin, hesabı kendine soruyor
kendine veriyordun. Birilerine hesap veriyor olma düşüncesi her zaman canımı
sıkmıştır. Ama belli etmekten kaçındım, çünkü organizasyon içinde çalışıyor
olmanın kaçınılmaz sonucuydu bu. Binyıllar boyunca göçebe ve serazat yaşayan
Anadolu insanının kanı akıyordu damarlarımda. Hem genetikten hem de aileden
alışkın değildim organizasyon/şirket/kurum hayatına. Bazen Niğde’nin dağlarının
eteğindeki köyümüzde hayatım boyunca kendi başına yaşamanın vahşi hayallerini
kurardım. İnsan kalabalığından uzakta, uçsuz bucaksız dağlarla, bozkırla,
gökyüzüyle başbaşa bu pastoral hayali ömrüm boyunca gölgem gibi taşıdım. Tabi
bütün bu hayaller bilinçaltımda kendi dünyalarını yaşarken, müdürlükte günler
haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamıştı.
Birimdeki arkadaşlarla daima iyi geçinmeye, rahat biri olmaya
çalıştım. Aslında çalışmadım, öyleydim zaten. İdare etme sanatında üzerime
yoktu. Yukarıdan gelen işleri işime gelmiyorsa, arkadaşlar yapamayacak gibiyse
zamana yayar unuttururdum. Bir taraftan üst yönetim, bir taraftan daire
başkanı, bir taraftan diğer birimler, bir taraftan arkadaşlarımın (astlarım
değil) talepleri hepsini dengelemeye çalışıyordum. Usta bir cambaz gibi
hissediyordum kendimi. İşler zamanında yapılmayınca pek öfkelenmez, çok çok
kibar bir dilde tekrar söylerdim. Müdürlük sürem boyunca neredeyse hiç öfkeye
kapılmadığım, kimsenin kalbini kırmadığım için kendimle gurur duydum. İşler bir
şekilde yapılırdı, önemli olan şu kısa hayatta kalp kırmadan atlaya zıplaya,
idare ede ede yaşayabilmekti. Öfkeyi de iyi tanıyordum, ama kontrol etmesini
biliyordum. Öfkenin nasıl pişmanlık verici, ilişkileri bozucu, yıkıcı, yiyip
bitirici bir şey olduğunu iyi biliyordum. Öfkeleneceğim bir şey olduğu zaman,
acil beklenen bir şey bitmediyse, zamana yayar akışına bırakırdım. En kötü ne
olabilirdi ki. Müdürlükten alınırdım, ki bu da benim için hiçbir şeydi.
Kimliğimin bir parçası haline getirmedim hiçbir zaman yönetici olmayı. Fatih
Canıtez olmak benim için çok daha önemliydi. Elini sallasan müdür, yönetici, başkan,
şef, direktör vb. bulduğun dünyada en ayrıcalıklı şey insanın kendisi
olabilmesiydi. Kendimden başka yoktu ki. Kendimi seviyordum, değerli
görüyordum, kendimi sevdiğim için diğerlerini de seviyordum. Üniversite
yıllarını özlemedim o yüzden hiç. Lise yıllarını da. Herkesin birbirini rakip
olarak gördüğü, birbirini geçmekle uğraştığı yıllar kayıp yıllardı benim için. İnsanları
rakibim, astım, üstüm olarak görmeyecektim. Felsefem tek Yaratıcı tek
İnsanlıktı. İnsanların kendi aralarında uydurduğu ast-üst ilişkisi gerçek
değere dair hiçbir şey yansıtmıyordu. Hepimiz değerliydik. Çünkü sonsuz bir
ruhumuz vardı. Bir başkasını araç olarak görüp yükselmeye çalışmadım. Zaten
yükselmek denen şeyin boş bir şey olduğunu düşündüm hep. Kariyerinde yükselmek
derken insanların daha çok kastettikleri şey daha çok maaş almak, yönetici olup
daha fazla insana veya paraya hükmetmek vb. şeylerdi. Olgunlaşmak, bilgisini
artırmak, kendini tanımak, özünü bilmek değildi.
Diğer taraftan da herkese verdiğim işi sıkı takip eder,
işleri delege eder, herkese iyi yaptığı iş neyse onu vermeye çalışır, sıkıntı
varsa çözer, ekibi motive eder, diğer birimlerle ve yönetimle sıkı irtibat
içinde olur, sunumlar hazırlar, raporlar sunar, bilgi notları çıkarır,
toplantılar organize eder, mailler alır, mailler yazar, performansı takip eder,
işi yapamayana yardımcı olur kısacası görevimin gereğini yerine getirmeye
çalışırdım. En sevdiğim işlerden biri kuruma yurtdışından gelen heyetlere
İngilizce sunum yapmaktı. Afrika’nın Asya’nın Avrupa’nın birçok ülkesinden
farklı heyetler gelirdi. İngilizcemin güzel oluşuna iyi sunum yaptığıma dair
övgüler almak ayrıca mutlu ederdi beni.
Birimdeki arkadaşların neredeyse hepsiyle az çok yaşıt
olduğumuz için çok iyi iletişimimiz vardı. Çoğu da benim gibi sınavla gelenler
olduğu için aynı frekansta çalışabildik. Sınavla değil de sözleşmeli gelenlerin
de (tanıdık – referans- torpil de diyebiliriz buna) başarılı olanları bizim
birime geldiği için çok uğraşmak zorunda kalmadım. Motivasyonunu, enerjisini ve
beklentisini kaybetmiş eski ve yaşlı memurlarla çalışmadığım için de sıkıntı
çekmedim. Diğer taraftan politize kişilerle de çok çalışmadım. Politizasyon
üste doğru çıktıkça artıyordu. Gündelik politikayı takip etsem de rasyonel
ruhuma oldukça irrasyonel geldiği için hiç işim olmadı. Gündelik politika
kitlelerin işiydi bana göre. Kendi hakiki kimliğini bulmuş kişilerin sahte
kimliklere ihtiyacı yoktu zaten. Hiçbir zaman kendimi -çocukluğum hariç- bir
futbol takımıyla da özdeşleştiremedim. Oldukça garip geldi – hala da öyle-
birinin Galatasaray yerine Fenerbahçe’yi ya da Beşiktaş’ı tutuyor olabilmesi.
Parti tutmak da aynı şekildeydi benim için. Fanatik taraftarları sevemediğim
gibi fanatik parti bağımlılarını da sevmedim. O yıllarda tabi siyasi ortam daha
yumuşaktı zaten, çok da önemli olmadı herhangi bir partinin tarafında olup
olmamam. Kendim olarak kalmaya devam edebildim uzun yıllar boyunca.
2015 yılında Yıldız Teknik Üniversitesi’nde endüstri
mühendisliği yüksek lisansını da bitirdikten sonra İstanbul Teknik
Üniversitesi’nde İşletme Mühendisliği’nde doktoraya başladım. Bölüm
değiştirmemdeki en büyük etken artık sayılarla çok da uğraşmak istemememdi.
Hayatın, bunun içinde iş hayatı da dahil, çok büyük bir kısmının sayıdan ziyade
söz olduğunu gördüm. Sayısal değil sözeldi yöneticilik ve iş hayatı ve daha
geniş olarak da hayatın kendisi. Başlangıçta Söz vardı sayı değil çünkü. Sözel
olarak kendimi çok daha iyi ifade edebiliyor, yaratıcılığımı kullanabiliyordum.
Sayılar kısıtlıyordu. Çok kesindi. Muğlak bir şey bırakmıyordu. Her şey
belirliydi zaten. İki kalem oynatıp güzelleme yapınca konu dışına çıktığımı düşünüyordu
sayısalcı hocalarım. Diğer taraftan yeni bir üniversite yeni bir başlangıç yeni
insanlar yeni bir ortam demekti. Bir taraftan doktoradaki derslere gidiyor
diğer taraftan da müdürlüğe devam ediyordum. Eski daire başkanı değişmiş,
yerine yan müdürlükten müdür arkadaş geçmişti. İlk günden beri uyuşamamıştık.
Herşeyi kontrol etmeye çalışan tarzı beni çok sıkmıştı. Önceki daire başkanı
benim bağımsız kişiliğimi bilir, senin birim Vatikan gibi özerk der takılırdı
bana. Çok da karışmazdı işlerime. Gelen gideni aratır misali, uzun bir süre
karşılıklı bir dengeyi tutturmaya çalıştım ama nafile. Yukarıdan hangi iş
gelirse bizim üzerimize yıkar, mutlaka yapılmasını isterdi. Çünkü yukarısıyla
pazarlığa girecek, onlara biz şöyle yapmayı düşünüyoruz diyecek ne özgüveni
vardı ne de cesareti. Yerini korumak için gerektiği zaman beni de tehlikeye
atmaktan çekinmezdi. İş yapıldığı zaman değil de yapılmadığı zaman üst
yönetimin yanına birlikte çıkalım derdi. Yazdığım sıradan bir bilgi notunu
beğenmeyip tekrar tekrar yeniden yazdırırdı. Giderek motivasyonum azalmaya
başlamıştı.
Bir de genel müdürün o dönemde değişmesi kurumdaki anlayışı
da değiştirmişti. Bir gün Afganistan’ın Kabil şehrinden gelen heyete İngilizce
sunum yapıyordum. Yeni genel müdür ilk defa dinliyordu İngilizce sunum yapmamı.
Ben konuşurken arada ona bakıyordum, ama bir şey eklemediğini görünce sunumuma
devam ediyordum. Metrobüs sistemini görmeye gelmişler, Kabil’de de aynısını
yapacaklarmış, İstanbul’un tecrübesinden faydalanmak istemişler. Soru sordular
açıkladım, gene her zamanki gibi mutlu hissetmiştim kendimi sunum sonrası.
Heyet gittikten sonra odada genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı
ve ben vardım. Genel müdür; önce genel müdür yardımcısına kızdı. Neden kendisi
susuyormuş, o susuyormuş da ben konuşuyormuşum. Sonra bana döndü, sen de
mühendissen mühendisliğini bil demişti. Övgü beklerken fırça yemiştik. Hiç
başımı öne eğmeden genel müdürün gözlerinin içine dik dik baktım, gerçekten
ciddi misiniz bakışıyla. Muhtemelen kendisi İngilizce bilmediğinden gururu
incinmişti. Sonra da bir daha heyetlere çıkmadım. Müdürlüğü o zamana kadar
görev duygusuyla bir şekilde götürebilmiştim, gurur duyduğum çok olmuştu işimi
yaparken. Ayaklarım işe gelirken hiç geri geri gitmemişti. Başka birinin işinde
çalışıyormuşum gibi hissetmediğimden kendimin gibi görmüştüm işyerini hep. Giderek
müdürlüğü bırakma düşüncesi kafamda daha çok yer tutmaya başlamıştı. Parasal
olarak da fazladan aldığım 1500 TL ve araba dışında bir avantajı yoktu zaten.
Götürüsü daha çok olmaya başlamıştı. Maddi olarak değil ruhumdan, kimliğimden,
benliğimden götürüyordu artık. Benden istenen her işe kayıtsız şartsız itaat
etmem bekleniyordu. O yıllarda değişen politik iklimle birlikte özgür yıllar da
bitmişti.
Böylece 3 yıldan fazla süren müdürlük görevinin sonuna
gelmiştim. Aslında oldukça rahatlamıştım. Memur/mühendis olarak çalışmak müdür
olarak çalışmaktan, hele böyle bulanık zamanlarda, çok daha rahattı. Akademik çalışmalara
vermiştim kendimi, doktorayı bir an önce bitirmek istiyordum. Önce dersleri
bitirdim, sonra tezimle ilgili makaleler yazdım, daha sonra yeterlilik sınavını
geçtim. O sırada birimim de değişti. 2017’nin haziran ayında Stratejiden Bilgi
İşleme geçmiştim. Biraz da çalışkan ve zeki olarak bilinince bütün işler üstüme
kalmıştı. Çalışkan olmak, iyi iş çıkarmak daha fazla ve sonrasında daha da
fazla işle “ödüllendirilirdi”. Yavaş yavaş gitme vakti gelmişti benim için.
Üniversitenin yurtdışı değişim programına (Erasmus) daha önce başvurmuştum.
İngiltere’nin Londra şehrinde Middlesex Ünversitesi’nde bir dönem İşletme
Okulunda okumaya hak kazanmıştım. Fakat aylardır karşı okuldan kabul mektubum
gelmiyordu. En nihayetinde Ekim ayında mektup gelmişti. Benim için kurtuluş
gibi olmuştu bu. İşyerinden Ocak-Mayıs arası ücretsiz izin aldım. Bir taraftan vize
işlemleri, bir taraftan okul onayı, bir taraftan işyeri onayı derken bürokratik
evrak işleriyle geçen yaklaşık iki ayın ardından nihayet 26 Aralık 2017’de Londra’ya
geldim. Londra’nın kuzeyinde Hendon bölgesinde 5 aylığına bir oda kiraladım.
Daha önce birikim yaptığımdan bu pahalı şehirde çalışmadan yaşayabilirdim bu
süre boyunca. Böylece İETT defteri tam olarak kapanmasa da sonuna gelmiştim.
Londra’da bir taraftan şehri geziyor, bir taraftan tezimle ilgili çalışıyor,
bir taraftan bol bol okuyor ve düşünüyordum. İstanbul ve işyeri artık üzerime
gelmeye başlamıştı, kendimi dinlemek için bundan iyi fırsat olamazdı. Uzak
ülkelerin birinde odamda yalnız ve kendimle, hayallerimle, düşüncelerimle
başbaşaydım.
Yorumlar
Yorum Gönder