İşe Başlama – İETT Yılları
Askerliğin bitmesine yaklaşık yirmi gün kala oda arkadaşım
Maraş’ta öğretmenlik yapan Mustafa; bir akşam, “bak yeni kadrolar açılmış,
senin KPSS puanın da iyiydi bir bak istersen” demişti. Bense o sıralar iş
konusunu pek de düşünmüyor, askerlik sonrası uzun uzun tatil yaptıktan sonra
özel sektörde bir iş ararım diye iş aramakla çok da uğraşmıyordum. Tek
istediğim bir an önce askerliğin bitmesiydi. Sonra zaten her türlü mutlu olurum
herhalde diye düşünüyordum. Mustafa’ya önce çok ilgilenmediğimi söyledim. Her
akşam memurlar.net sitesini takip eden tam memur karakterli bir arkadaştı. Çok
ısrar etti, en kötü kazanır gitmezsin dedi, hatta tercihini ben yapayım deyince
iyi hadi birlikte bakalım dedim. KPSS puanım yaklaşık 91 puandı. Öğretmenler
için seneler boyunca çalışarak zar zor yapılacak bir puan olduğu için askerde
söyleyince unutmamıştı arkadaşlarım. İstanbul’da endüstri mühendisliği
kadrosunda nereler var diye araştırırken İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin 4
tane, İETT’nin 7 tane endüstri mühendisi alacağını gördük. İstanbul dışında bir
yerde çalışmak istemediğimden bu ikisini yazdım. İlk sıraya belediyeyi ikinci
sıraya İETT’yi yazmıştım. Sonrasında İstanbul dışı bir iki tercih daha
yapmıştım ama sadece boş kalmasın diye tercih etmiştim, yoksa Ankara’ya gitmek
gibi bir düşüncem yoktu. Tercihleri yaptıktan bir iki hafta sonra sonuçlar
açıklandı. İETT’yi kazanmıştım. Puanlara baktığımda taban puanın benim puanım
olduğunu gördüm. Demek ki son sıradan girmiştim. En azından askerlik bitince
işim hazır olur bir de iş aramakla uğraşmam diye bir yandan da sevinmiştim. İş
de Ağustos sonunda başlayacağından doya doya tatil de yapar kafamı dinlerim
diye düşünmüştüm. Hemen evrakları toplayıp, kaydımı yaptırdım. Sadece sınavla,
mülakat bile olmadan işe girmiş olmak güzel bir duyguydu. Bir de insanlara
kendimi “pazarlamak” zorunda kalmadığım için sevinmiştim. Birkaç yıl sonra
yavaş yavaş sınavla alım ortadan kalkacak, mülakat/torpil/referans işin içine
fazlasıyla girecekti. Aklımda gene de İETT’de fazla kalmak düşüncesi yoktu,
birkaç ay boyunca iş aramaya devam eder, sonra özel sektöre geçerdim diye
düşünüyordum. Zaten işe başladığımda da sen Boğaziçi bitirmişsin ne işin var
burada diyenler çok oluyordu. Halbuki
benimse o günlerde aradığım sadece kafa rahatlığı, üzerime fazla gelinmeden,
rahat ve özgür bir şekilde çalışabilmek, biraz da kendimi dinlemek istiyordum.
İşe başlarken maaşlar beklediğimden çok daha yüksek çıktı.
Maaşa bile bakmamıştım işe girerken. Özellikle işe yeni başlayanlar açısından
maaşlar dışarıda özel sektöre kıyasla oldukça iyiydi. Fakat bir sorun vardı, o
da uzun vadede maaşlar pek değişmiyordu, sadece yılda yüzde 3-4 oranında
standart artışlar vardı. Çok da umurumda değildi açıkçası o günlerde bunlar,
askerliği bitirmiş olmak, her gün emir altında olma endişesi taşımadan
günlerimi geçirmek güzeldi. Aslında memurdum ama kendimi memur (kelime kökü
emir alan kişi demek) gibi hissetmiyordum. Aslında kimse hissetmiyor gibi
geliyordu. Devlette çalışmak rahattı. Çünkü devlet aslında sahipsiz bir
kuruluştu, özel şirket gibi değildi, kimse çok fazla kendisininmiş gibi
hissetmediği için iş baskısı daha azdı. O günlerdeki müdür de oldukça rahat
biriydi. İş neden yapılmadı diye sormaz kendi halimize bırakırdı bizi. Aradan
birkaç hafta geçince bu rahatlığa da alışmıştım. Aslında tam da aradığım şeydi
üzerime gelinmemesi, kendi halime bırakılmam. O açıdan bir süre sonra aslında
özel sektörde iş aramanın anlamsız olduğunu düşünmeye başladım. Maaşım
yeterliydi, işim rahattı, sınavla girdiğim için kendi hakkım, kendi yerim gibi
görüyordum işyerini, birileri beni işe almamıştı, ben kendi hakkımla girmiştim.
Bu düşünce mutlu ediyordu beni. Memur olmanın genelde rahat olmasının
sebeplerinden biri de işten çıkarılma olmamasıydı. Daha sonra öğreneceğime göre
657 memurlar kanununun tanıdığı bir haktı bu. Terörist olmadıkça işten
atılmıyordun, maaşın azalmıyordu hiçbir şekilde. Terörist olmak da zaten o
yıllarda hemen hemen imkânsız bir şey olduğu için hiçbir şekilde işten
atılamayacağını bilmek büyük rahatlık veriyordu çalışanlara. Aslında
çalışmaktan kaçınan biri hiçbir zaman olmadım. Ama sadece birilerinin beni
kullanarak benden daha çok kazanması düşüncesi hiç adil gelmediği için özel
sektörden çok daha iyiydi bu. Akşam 5 olunca herkes rahat rahat çıkıp
gidiyordu. Haftasonu tatili tamamen benimdi. Kimse iş beklemiyordu iş saatleri
dışında. İş saatinde bile çoğu zaman serbest çalışıyorduk. Öğlen aralarında
yemeği yedikten sonra arkadaşlarla İstiklal’de turlamak çok keyifliydi. Akşam
da farklı arkadaşlarımla buluşup rahat rahat gezip İstanbul’un tadını
çıkarıyorduk. Kendime vakit ayırıyor, istediğim kitapları okuyor, iş yerinde de
çoğu zaman kendi işimi hızlıca bitirdikten sonra bilgisayarımdan internete
bağlanıp istediğim gibi gazete, kitap, makale ne bulursam okuyordum.
Bu düşüncelerle özel sektöre geçme düşüncemi bırakmıştım.
Nasılsa kendi küçük derebeyliğim vardı. Yöneticilerin ne maaşa ne de işten
çıkarmaya herhangi bir etkisi olmadığı için yönetici baskısı çok da hissedilen
bir şey olmuyordu kamuda. Bu biraz da yöneticinin kişiliğiyle ilgiliydi. Gene
de yöneticinin gücünün sınırlı olması karşılıklı olarak rica minnet ilişkisi
içinde yürümesini sağlıyordu işlerin. Bu da memur olarak çalışan olmayı çok
avantajlı hale getiriyordu. Özel sektörde iyi ve kurumsal olarak bilinen
şirketlerde çalışan arkadaşlarımın çok daha uzun saatler, bazen haftasonları
dahil, bazen de gecelere kadar süren çalışmaları sonucu benden daha az
kazandığını görmem İETT’de kalma kararımı güçlendirmişti. İleride
yükselebilecekleri, daha iyi maaşlar alabilecekleri düşüncesiyle çalışmaya
devam ediyorlardı. Kariyer delisi biri de olmadığım için benim için hiç sorun
değildi. Rahattım, keyfim yerindeydi, bu da benim için yeterdi.
Hiyerarşik yapılanmada yerim; Strateji Geliştirme Daire
Başkanlığı’nda o zamanki adıyla Bilgi Yönetimi Müdürlüğü’e (daha sonra İş
Zekâsı ve Proje Yönetim Müdürlüğü) bağlı endüstri mühendisiydi. Adresim
belliydi yani. Dünyadaki yerim de. İnsanların genelde ihtiyaçlar hiyerarşisinde
işiyle ilgili başarıları her şeyleri olduğu için, dünyadaki yerleri de işyeri
üzerinden tanımlanırdı. Ne iş yapıyorsun? Falan yerde falan pozisyonda
çalışıyorum. Hepsi bu. Bense hala dünyadaki yerimi sorgulamaya tüm hızımla
devam ediyordum. Evet tamam bir işim vardı, bir yerim vardı, benden beklenenler
vardı, maaşım 15’inden 15’ine hesabımdaydı vs. E peki sonra? Hayatın büyük
akışı içerisindeki yerim? Ben kimim? Hayatın geçiciliği ve sonu? Sonrası? Var
mı? Varsa? Ya yoksa? O zaman ne yapmalı? İyilik ne? Kötülük ne? Gerçek
görevimiz ne? Biz gerçekten kimiz? Bizden “gerçekten” beklenen ne? Allah? Neden
buradayız? Nereye gidiyoruz? Gerçekten önemli ve gerçekten değerli olan ne? İyi
olmak mı? Gelişine yaşamak mı? O halde ne yapmalı? Ya ben? Tercihlerim? Özgür irade var mı? Her
şey belirlenmiş mi? Benim için yazılmış bir romanı mı okuyorum, yoksa o romanı
ben mi yazıyorum? Sorular, sorular, sorular…Ya cevaplar? O sonra.. Dolayısıyla
kimliğim de iki boyutta şekillenmeye devam ediyordu. Birinci boyut “aşkın/transandant/manevi/ruhani/öteye
ilişkin” diyebileceğim tarafım. İşte o taraf bu soruları soruyordu sürekli.
Diğeri de “dünyevi/buraya ait/bedensel/başarı odaklı/maddi” diyebileceğim
taraftı. Evet bu dünyada da başarılı olmak istiyordum. Kendimi göstermek
istiyordum. İyi bir işim olmasını, iyi okullar bitirmeyi, güzel sunumlar
yapmayı, güzel arabalara binmeyi, dünyayı gezmeyi, güzel bir yâr/sevgili (yâr
ne güzel kelimeymiş bu arada, daha anlamlı geldi sevgiliden) bulmayı, güzel
yemekler yemeyi, başarmayı, yaşamayı, doya doya yaşamayı isteyen tarafım.
Galiba boğa burcunun verdiği bir özellik, bilmiyorum, hırslıydım, öfkeli değil
ama hırslı. Hayatımın geri kalanı bu iki yanımın mücadelesinden ziyade elele
vermesi, birbirini güçlendirmesinin hikayesi (tabi bu satırları yazana
kadarki). Çünkü geleneksel din
anlayışlarının tesiriyle olsa gerek, genelde insanların bu iki boyuttan birini
bastırmak zorunda kaldıklarını gördüm. Ya gerçek manevi gelişimini bırakıp
tamamen dünyevi uğraşlara gömülmeyi, ya da tam tersi bir yönelişle kendini dine
verenleri gördüm. Manevi gelişmeden kastım da ritüele dayalı dini hayattan
ziyade gerçek soruların peşine samimi bir şekilde düşmeyi, daima arayış halinde
olmayı, bulur gibi olduğunda bile tekrar aramayı, sonra bulunca da bu sefer
bulduğunu yaşamayı kastettiğim bilinç ve farkındalık düzeyi yüksek bir
maneviyat. Gerçekten değerli olanı bulmak, yaşanmaya değer hayatı bulmak ve onu
yaşamak. Yalan bir hayatı hayalet gibi ruhsuz ve uyurgezer gibi yaşamamak.
Sormak, bulmak, kaybetmek, aramak, okumak, şükretmek, umut etmek, bazen
umutsuzluğa da kapılmak, sonra yeniden toparlanmak, Büyük Anlamın peşine
düşmek, kendi özünü keşfetmek, Birliği ve o Bahçeyi hatırlamak, sonra unutmak,
sonra araya araya bulmak, eğilmek, secde etmek, sonra kalkmak, koşmak,
sevinçten zıplamak, Müjdeli Haber, yol, doğru yol, oraya giden yol… Bir de bu
tarafım vardı işte. Dünyevi hikayemize geri dönelim.
Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı aslında tam bana göre
bir yerdi. Doğrudan operasyona yönelik (otobüslerin kalkmaması, sistemlerin
durması, vatandaşla temas etme, şoförler, garajlar, amirler vs.) işlerden
ziyade daha stratejik işlerin yapıldığı, uzun vadeli planların yapıldığı, performans
karnelerinin hazırlandığı, kalite çalışmalarının yapıldığı, uluslararası
heyetlerin karşılandığı, stratejik planların hazırlandığı, yurtdışı
toplantılara, konferanslara katılımın olduğu, üst yönetime sunumların yapıldığı
bir yerdi. İETT deyince insanların aklına tabi birinci dünya gelirdi. İkinci
dünyanın kendine ait bambaşka kuralları ve normları vardı. Politikanın
dünyasıydı burası. Doğrudan işin yapılmadığı, yapılan işlerin güzellendiği,
kılıflandığı, ambalajlanıp güzelce satıldığı bir yerdi. Sık sık genel müdüre ve
başkanlara sunumlar yapardım. Ulaşımdaki yeni bir gelişmeden, son fiyat
tarifesi değişikliğinin yolculuk sayılarına etkisine, başabaş durumunu
yakalamak için kaç otobüste kilometre başına kaç yolcu taşımak gerektiğinden,
kurumsal karne sunumlarına bir çok konu hakkında sunum yapardım. Kendime
güveniyordum. O dönemki genel müdür de akademiden gelen vizyoner bir genel
müdürdü. Yenilikleri seviyordu. Sunum yaparken bana doğrudan sorular sorar, ben
de sağa sola bakmadan (burada genel müdürle hiyerarşik olarak aramda bulunan
genel müdür yardımcısı, daire başkanı ve müdür kişilerini kastediyorum) orada
aslında bunu demek istedim, burada böyle bir varsayımda bulunduk, diye
kendimden emin cevaplar veriyordum. Ast-üst ilişkilerini askerlikten gelen tecrübemle
de iyi bildiğimden mesafeyi iyi ayarlayabiliyordum. Buna rağmen genel müdüre
yaptığım bir sunumdan sonra o dönemki müdür, “arada sus herşeye öyle cevap
verilmez, biraz geri dur”, diye uyarmıştı. Müdüre karşı da tavrım genelde
rahattı. İş arkadaşlarıma bu çok garip gelirdi tabi. Arada beni uyarmasalar da
“müdürle iyi rahatsın” yollu takılırlardı. Umursamazdım. Hür generalliğin
gereğini yapıyordum.
Üniversitenin son sınıfında bir daha bu sıralara da,
sınıflara da dönmem demiştim. Bu sözümü unutmasam da yeteri kadar zamanımın
olması ve kurumun üniversiteye gitmek için haftada iki güne kadar işten izin
almaya imkan veren yaklaşımı beni biraz yumuşattı. En kötü eğer zorlanırsam,
canımı sıkarsa bırakırdım zaten. Yüksek lisans için yer araştırmaya başladım.
Boğaziçi’ne devam etmek istemedim çünkü hocaların yaklaşımı belliydi.
Çalışırken yüksek lisans/doktora yapan öğrenci istemiyorlardı. Zaten yeni
insanlarla tanışmak, yeni bir yer görmek istiyordum. Galatasaray Üniversitesi
İşletme bölümüne başvurdum, olmadı. Ağustosa doğru sadece Yıldız Teknik
Üniversitesi Endüstri Mühendisliği bölümü alım yapıyordu. Başvurdum, kabul
oldu. Böylece bir yandan haftada bir buçuk iki gün derslere gidiyor, bir yandan
çalışmaya devam ediyordum. Üniversite çok zorlamıyordu, sınav zamanı çalışıp,
dersleri geçiyordum bir şekilde. Tez konusunu bulmak da hiç zor olmadı. İETT’de
tezi yazılacak bir çok çalışma yapmıştım. Kurumsal karne çalışmasını bir güzel
güzelleyip, allayıp pullayıp, “Toplu Ulaşım Sistemlerinde Kurumsal Performans
Yönetimi: İETT’de Kurumsal Karne (Balanced Scorecard) Uygulaması” başlıklı bir
teze dönüştürmüş, üç senenin sonunda tezi verip, yüksek lisansı bitirmiştim.
Yorumlar
Yorum Gönder