Türk Olmak


İçindeyken farkına varmadığımız şeyleri o ortamın dışına çıkınca farketmeye başlarız. Dolayısıyla Türk olmanın ne olduğuna dair düşüncelerimi ve hislerimi, İngiltere’deyken daha iyi değerlendirebileceğimi düşündüm. Özellikle İstanbul’dan Londra’ya giden uçakta dünyanın hangi bölgesindensiniz sorusundaki kategorilerde (Avrupalı, Asyalı, Afrikalı, Latin Amerika, Orta Doğu vb.) kendi yerimi tam olarak bulamayınca Türk olmanın, Türkiye’li olmanın gerçekten ne demek olduğunu düşünmeye başladım. Ortadoğulu muyduk? Evet biraz, ama tam olarak değil. Asya’lı mı? Avrupalı mı? Onlar da tam olarak değil. Yani İstanbul’un Asya ve Avrupa yakaları var ama bunun Avrupa ya da Asya denilince akla gelenlerle pek ilgisi yoktu. Hepsinden biraz aslında. Ama tam olarak hiçbiri değil. Örneğin bir İtalyan olsaydım, kendimi Alman, Fransız, İspanyol, İngiliz gibi daha geniş bir kümenin içinde Avrupalı olarak konumlandırabilirdim. Ya da Gine’li, Nijerya’lı veya Kenya’lı olsaydım çok rahat Afrikalı diye daha büyük bir kümenin içine girebilirdim. Latin Amerika vb. ülkeleri daha uzun uzun saymayacağım. İslam ülkeleri ya da Müslüman ülkeler diye gruplandırma yapılabilir ama burada da çok büyük farklar söz konusu olurdu. Örneğin düşünüş yapısı olarak bilimsel bir kongrede bir Alman veya Singapur’luyla bir Faslı’ya ya da Umman’lıya göre daha rahat anlaşabildiğimi gördüm. Daha geniş Türk ülkeleri ailesi içinde de konumlandırabilirdik (Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Azerbaycan vb.) ama burada da çok büyük farklılıklar olurdu. Kazakistan’a gittiğimde Türkçe değil Kazakça (Türkçe’yle bazı köken benzerlikleri olsa da çok farklı) ya da Rusça konuştuklarını gördüm. Binlerce yıl önce at üstünde bozkırlarda koşturduğumuz, birlikte kımız içip göçebe yaşadığımız o efsanevi günlerin hatırası hala hatırlansa da bunun dışında ortak kültür diyebileceğimiz bir havaya rastlayamadım. O yıllardan sonra köprünün altından çok sular akmıştı.

Avrupa’nın birçok farklı ülkesine ve şehrine yaptığım onlarca yolculuktan sonra kesinlikle Avrupalı olmadığımızı da çok net görmüştüm. Kültürün belki de en önemli belirleyicisi olan din farklılığı, bununla birlikte dil ve ortak bir tarih bilincinin olmaması bu gerçeği çok net biçimde gösteriyordu. Türklerin Avrupa’yla ilişki biçimi hep çetrefilli düzlemde ilerleyen bir ilişki biçimi oldu. Uzun yüzyıllar boyunca durmaksızın savaştıktan sonra (Haçlı savaşları, Bizansla savaşlar, sonra Osmanlı döneminde farklı Avrupa ülkeleriyle sayısız savaşlar), 1.Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nın ardından kabuğuna çekilme dönemi. Osmanlı’nın son döneminde başlayan ve Cumhuriyet dönemiyle birlikte devam eden kültürel alışverişin en önemli bileşenleri askeri tekniklerin ithal edilmesi, sonrasında eğitim sisteminin bilimsel ve rasyonel zeminde şekillenmesi, sonrasında yönetim sistemi ithalatı (padişahlıktan cumhuriyete geçiş) vb. devam eden çoğu zaman, hatta hemen her zaman tek taraflı bir kültürel alışveriş süreci. Avrupa Birliği süreci ve küreselleşmeyle birlikte giderek hızlanan kültürel alışverişe rağmen Türkler ve Avrupalılar her zaman iki farklı özü ve kategoriyi belirten bambaşka iki unsur oldu. Ama bu etkinin Türk olarak benim kimliğimim şekillenmesinde etkisi büyük oldu. Her şeyden önce aile, din, yakın çevre haricinde dünya görüşüm büyük oranda aldığım eğitim tarafından şekillendi. Aldığım eğitim de Avrupalıların daha da geniş bir tanımlamayla Batılıların bir ürünüydü. Burada kesinlikle dışsal bir unsurdan bahsetmiyorum. Roma’dan başlayarak devam eden Batı kültürünün en baskın özelliği rasyonel düşünce ve akıl oldu. Temel mantık kuralları üzerine inşa edilen düşünce biçimi (büyük oranda Sokrates, Platon ve Aristo üçlüsüne dayanan) ve onun ürünü olan bilim dalları, bugünkü evrensel eğitim müfredatını ve dolayısıyla bizim akılcı dünya görüşümüzü şekillendirdi. İşte bundan dolayı, Avrupalı veya Batılı birisiyle bir kongrede veya konferansta rasyonel düzlemde akla dayalı bir iletişim biçimini rahat bir şekilde yürütebildim. Tabi bir de Boğaziçi Üniversitesi’nde derslerin zorunlu olarak İngilizce olması İngilizce’mi oldukça ilerlettiği için, araştırdığım kaynakların büyük bir kısmı İngilizce olduğu için ruhumun akıl tarafıyla Avrupa veya Batılılarla bu iletişimi rahatça sürdürebildim. Bu da Türklüğümün önemli bir parçası oldu.

Türk olarak dünyadaki yerimi konumlandıran ve ruh dünyamı şekillendiren en önemli üç tarihsel öğe/akış kronolojik sırayla şu şekilde: İslam veya Müslümanlık, Osmanlı Dönemi, Cumhuriyet. İslam’la başlayalım. Doğduğumda kulağıma ezan okundu, çocukken Kuran kursuna gittim, namaz kıldım, oruç tuttum, günde beş vakit ezanı dinledim. Allah’a, Son Peygamberine, son kitabı Kurana inandım. Ahirete ve hesap gününe de inandım. İslam, hem aklıma ama daha çok da kalbime hitap etti. Arapça dualar ezberledim. Bayram ve Cuma namazlarında camilere doluştuk. Dileklerimizde hep Allah’ı andık (inşallah, Allah yolunu açık etsin, Allah korusun, Allah’a emanet ol, eyvallah vb.). Ömrümüz sona erince de tamamen İslam’a özgü bir şekilde toprağa gireceğiz (cenaze namazı, kefenle gömülme (dünyanın birçok bölgesinde ölülerin yakıldığını düşününce ne büyük farklılık), mezar taşında fatiha vb.). Doğumdan ölüme şekillenen bir hayat akışı. Dolayısıyla aynı yollardan geçen bütün diğer insanlarla ve milletlerle ortak bir tarihimiz ve kültürümüz oluyor bu şekilde. Böylece bir Nijeryalıyla, Pakistanlıyla, İranlıyla, Arapla, Amerikalı bir Müslümanla vb. ortak bir kaderimiz, ortak bir kimliğimiz oluyor. Dünyadaki yerimizi belirlemiş oluyoruz.

Diğer taraftan Osmanlı dönemi. Orta Asya’nın derinliklerinden at sırtında kopup gelen Türk boylarının Anadolu’ya akışı. Sonrasında beylikler. Sonra Söğüt ve Bilecik’teki küçük Osman oğulları beyliğinin büyüyerek Anadolu’ya, Avrupa’ya ve Orta Doğu ve Afrika’ya uzanarak koca bir imparatorluğa dönüşmesi. Ana fikri dünyaya adalet, nizam ve düzen getirerek hakimiyet kurmak ve dünya üzerine damgasını vurmak olan emperyal (olumsuz anlamıyla kullanmıyorum bu kelimeyi, aksine dünyayı kuşatan, cihanşümul anlamıyla alıyorum) bir devlet. Birçok milleti kendi çatısı altında toplayabilmiş bir politik ve sosyal düzen. Padişahlarının bir nevi Allah’ın yer yüzündeki gölgesi (adalet dağıtan ve düzen getiren anlamında), Peygamber’in halifesi olarak hüküm sürmeleri (buradaki sembolik öğelere dikkat çekmek istiyorum, bunu ne kadar başardıkları ayrı bir tartışma konusu) ve tüm toplumsal yapının bu eksen etrafında şekillenmesi bambaşka bir kültür biçimi. Günümüz ulus-devletleri ve onun şekillendirdiği kimlikte dünya parçalı bir kimlikten algılanırken, emperyal kültürlerde dünyanın tamamına dair bir iddia söz konusudur. Roma İmparatorluğu böyle bir devletti. Avrupa, Aydınlanma sonrasında dünyaya açılırken emperyal bir bakış açısına sahipti. Osmanlılık da böyle bir emperyal (dünyaya dair) kültürü içeriyor. İstanbul’da Süleymaniye Cami tüm ihtişamıyla bu evrenselliği (bütüne dair olan/küllî/emperyal) yansıtır. Osmanlılık; her şeyden önce dünyaya dair, dünyaya yönelik olarak aksiyon alma, dünyanın geri kalanını kendi dışında algılamama, düzen getirme, haksızlıkları ortadan kaldırma ve adaleti yeryüzünde gerçekleştirme gibi küresel bir perspektif kazandırdı ruhuma. Küçükken ansiklopedilerden okuduğum padişah biyografileri, derslerdeki Osmanlı tarihi ve dünyayı fethetme, zaferler kazanma hikayeleri, İstanbul’da her köşe başındaki Osmanlı eserleri (saraylar, camiler, çeşmeler, türbeler vb.) ruhumu derinden şekillendirdi. Beni ben yapan unsurlardan biri oldu. İstanbul’u fetheden Fatih’le aynı ismi taşıyor oluşumuzun da bunda büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Osmanlı her şeyden önce  fetih coşkusudur. Dünyaya iz bırakmaktır. En azından buna girişmektir, böyle bir iddia sahibi olmaktır. Diğer taraftan dökülen onca kana, kardeş katline (3.Mehmet tahta çıktığında ondokuz evet tam ondokuz kardeşinin tabutu saraydan çıkmıştı), savaşlara değer miydi diye sorunca da değmezdi diyorum. Yüce idealler insan denilen varlığın elinde ne hale geliyordu. Ve yeryüzünde en çok kanı dökenlerin, büyük ideallerin (belki de asil yalanlar) gerçekleştiricileri olduklarını iddia edenler arasından çıkması da tarihin diğer bir ironisi olsa gerek..Dünya tehlikeli bir yerdi..

“Onlara: "Yeryüzünde bozgunculuk yapmayın!" denildiği zaman: "Biz ancak ıslah edicileriz" derler.”

Sonra Cumhuriyet dönemi geliyor. Büyük ve onyıllarca süren savaşlardan sonra (Trablusgarp, Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı ile birlikte içindeki sayısız cephe) Osmanlı’nın dünyaya söyleyeceği ne sözü ne de bunu söylemeye takati kalmayınca, Atatürk’le birlikte yeni bir devlet kurulur. Artık daha fazla kaybetme lüksü kalmamıştır. Bu devletin öncekinden en büyük farkı emperyal olmayışıydı. Temeli bir ulusa dayandığı için dünyaya yönelik değil içerde ağırlıklı olarak Türklere yönelik bir iddiasının olmasıydı. Çünkü artık o güçlü zamanlar mazide bir hatıra olarak kalmıştı. Diğer bir önemli farkı da küresel, siyasi ve toplumsal bir üst fikir olarak dinin (bireysel dindarlık olarak yaşanan dinin değil) devletin temeli olması yerine Aydınlanma’yla birlikte gelen cumhuriyet, yurttaşlık, vatandaşlık vb. unsurlar temelinde yeni bir devletin kurulmasıydı. Yeni devletin en önemli vurgusu da akıl ve bilim temelinde dünya devletleri (muasır medeniyet) arasında yerini alabilecek devletlerden bir devlet olma hayaliydi. Padişah ve Halife gitmiş yerine Cumhuriyet ve Meclis gelmişti. Eğitim sistemi baştan başa değişmişti. Din temelinde bir eğitim sisteminden ziyade akıl ve bilim temelinde yeni bir eğitim sistemi kurgulanmıştı. Bu ikisinin çatıştığını düşünmesem de bu iki devlet biçiminin ve toplum düzeninin getirdiği kurumların vurguları farklıydı. Dolayısıyla kimliğimi şekillendiren en önemli öğe olan eğitim sistemi Cumhuriyetin bir ürünüydü. Atatürk’ün mücadeleleri ve hayatı; fizik, kimya, biyoloji, inkılap tarihi ve vatandaşlık dersleri; girdiğim sınavlar, okuduğum okullar Cumhuriyet’in bir ürünüydü ve ruhumun daha rasyonel tarafını şekillendirdi. Cumhuriyet her şeyden önce akıl ve bilimdir. Rasyonel ve akılcı düşüncedir. Eşit yurttaşlıktır. Bu da beni dünyayla birleştiren bir unsur oldu. Bu eğitim sisteminden geçmem sayesinde; kongrelerde, uluslararası toplantılarda sunum yaparken ya da bilimsel bir dergiye makale yazarken dünyayla bütünleşebildim. Çünkü aklın ve mantıksal düşüncenin dili evrenseldi. Diğer taraftan rasyonel ve akılcı düşünce uğruna dinin ve maneviyatın toplum hayatından dışlanması ve bunun yarattığı kültürel şizofreniye ve kimlik sarsıntılarına değer miydi diye sorunca da galiba değmezdi diyorum. Keskin geçişler her zaman sarsıntılı olur. Her şeyin aşırısı bünyeye zarar azizim! 

Bunlar beni ben yapan, kimliğimi şekillendiren etkiler oldu. Hepsinden biraz biraz ruhuma işledi. Türk olmak benim için nedir sorusunun tarihsel arkaplanı bu şekilde. Bunun dışında bana göre Türk olmak, bireyselden ziyade toplumsal olmakla ilgilidir. Örneğin, bir İngiliz’den en büyük farkımız budur. Bir restorana gittiğimizde hesabın tamamını bir kişinin ödemeye çalışmasıdır, herkes ayrı öderse buna Alman usulü deriz, bizden saymayız. Siyasi kavgalarımız da bu yüzden çıkar. Bu bizden, bu onlardan düşüncesi hep toplumsal/kabile (kabileyi kesinlikle olumsuz anlamıyla kullanmıyorum, kabile grup dayanışması demek her şeyden önce) mantığımızla ilgilidir. Bizde birey pek yoktur. Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyimdir. Türk olmak; biraz kebap sevmektir. Yurtdışına ne zaman gidilse hep bir kebapçı dükkânı aranmasıdır. Türk olmak türkü dinleyip içlenmektir, çiftetelli ve oyun havalarıyla göbek atmaktır. Biraz sazdır, bağlamadır, biraz da klarnettir. Anadolu’nun uçsuz bucaksız bozkırlarıdır, Ege’nin Akdeniz’in masmavi sahilleridir, Güneydoğu’nun nefis yemekleridir, Doğu Anadolu’nun sarp dağlarıdır. Trakya’nın karşılamasıdır. Karadeniz’in hırçın dalgası gibi hırçın ve asi aynı zamanda komik insanlarıdır. Türk olmak, biraz güce hayranlıktır. Gücün karşısında hemen hizaya gelmektir. Eleştirel ve teorik düşünceden ziyade pratik zekadır. Uzun vadeli planlar yapmak yerine kısa vadeyi düşünmek, durumu kurtarmaktır. Kervanı yolda düzmektir. Strateji ve plandan ziyade anlık çözüm ve aksiyondur. Kuralları sallamamak, hatta bununla övünmektir (işte bunun göçebe geçmişimizle çok yakından ilgili olduğunu düşünüyorum, sınırları sevmiyoruz bu yüzden). Sevdiğini yoğun derecede sahiplenmek ve kıskanmaktır (bu noktada tipik bir Avrupalı’dan çok ama çok farklıyız). Kibarlıktan ziyade delikanlılık övülür. Akşama kadar çay kahve içmek amaçsız sohbet etmektir. Yazıdan ziyade sözdür (güzel söz söyleyen her zaman güzel yazanın önüne geçmiştir, bunun da ağırlıklı olarak sözlü kültüre dayalı bir geçmişimizin olmasıyla yakın bir ilgisi var gibi).

İşte Türk olmak bana göre nedirin kendimce cevabı. Herkesin kendine göre bir cevabı vardır. Bu da kısaca benimki işte. Son olarak;

“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık.”



                                                                            *     *    *

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya