Seyahatler


Biraz daha geri dönelim. İETT’deki ikinci senemde ilginç bir gelişme oldu. Müdür bir gün odasına çağırmış, bana Şili’ye gidip gidemeyeceğimi sormuştu. Şile olarak anladım önce, dedim giderim de ters bir yerde biraz demiştim. Evet uçak yolcuğu baya uzun sürüyor deyince jeton düştü. İETT’nin üye olduğu uluslararası gruplardan birinin Santiago’da (Şili’nin başkenti olduğunu ondan sonra öğrendim) üç günlük eğitim programı vardı. İngilizcem ilk defa işte işe yaramıştı. Kurumda İngilizce bilen (gerçekten bilen) pek kimse olmadığından, beni düşünmüşler. Tamam dedim, ama şaşkındım. Daha önce hiç yurtdışına çıkmamıştım. Herkesin yurtdışına gidişi hayal olarak gördüğü üniversite yıllarında, yurtdışına gitmeyi aman dünyanın her yeri aynıdır diyerek çok da umursamamıştım üniversitedeyken. Benim için dünya kitaplardı. Kütüphaneydi. İçinde kendimi bir ömür kaybedebilirdim. Üniversite yıllarında tabi..Sonunda daha sonra da lazım olur düşüncesiyle 10 yıllık bir pasaport çıkarttım, uçak biletimi git-gel aldım, internetten oteli de ayarladım, öncesinde kurumdan harcırahımı da aldım (gündelik-uçak-konaklama hepsi dahil). İlk uçak yolculuğum ve ilk yurtdışı seyahatim yaklaşık 20 saat sürmüştü. 4 saat Paris, orada 1 saat beklemenin ardından 15 saatlik Paris-Santiago uçuşu. Avrupa’yı, Atlas Okyanusu’nu, Amazonları, Ant Dağlarını aşıp gelmiştik Santiago’ya. Şubat ayıydı. İstanbul’da kışın ortası, Santiago’da yaz mevsimi. Bambaşka insanlar, İspanyolca konuşan Latin Amerikalılar, tropik meyveler, eylem yapan öğrenciler, zengin semtlerle fakir semtler arasındaki uçurum, lüks bir otelde üç günlük eğitim, akşamları güzel caddelerde gezmeler, öğlen Şili yemekleri. İlk yurtdışı yolculuğum muhteşem geçmişti. İngilizcemi de yeniden toparlamıştım. Eğitimler genelde karşılıklı konuşarak geçtiğinden baya konuşma fırsatı da bulmuştum. Hem öğrenme, hem dünyayı gezme. İyiydi yani. Dönüşte de orada öğrendiklerimi sunuma dönüştürüp üst yönetime sunmuştum. Baya beğenmişlerdi. Bundan sonra yurtdışı seyahatlerinde hep beni seçmeye başlamışlardı. Şili ilk oldu.

Daha sonra birçok konferans, eğitim, toplantı vb. sebeplerle yurtdışına gittim. Arada arkadaşlarla denk getirip kendi gittiklerim de oldu. Dünyanın dört bir bucağını gördüm. Kuzeyden güneye, doğudan batıya. Gittiğimiz yerlerde güzel otellerde kaldım, güzel karşılandım, en güzel yemeklerini tattım, insanlarıyla kaynaştım, gittiğim ülkenin dilinde en azından teşekkür etmeyi öğrendim, yarım yamalak İspanyolcamla Şili’de Gracias dediklerim bana gülümsediler, gittiğim şehirlerin en güzel yerlerine götürdüler toplantıya veya konferansa ev sahipliği yapanlar. Çocukken Evliya Çelebi ve İbn Battuta gibi büyük seyyahların gittikleri ülkeleri, şehirleri okurken kendimden geçer, dünyanın büyüklüğünden başım dönerdi. Galiba bir gece rüyamda Evliya Çelebi gibi ben de şefaat dileyeceğime dilim sürçüp seyahat diledim. Bir yaz günü Marsilya’dan araba kiralayıp güzel Akdeniz kıyısı boyunca Nice, Cannes, Monaco boyunca gezmiştik. Dünyanın diğer ucunun zengin ve düzenli şehri Singapur’a dört defa gittim. Singapur’un çekik gözlü arı gibi çalışkan insanlarının ulaşım sistemini defalarca incelemeye gittim. Santosa adasının bembeyaz kumlardan oluşan tropik ağaçlı sahillerinde denize girdim, küçücük adalar arasında yüzdüm. Üsküp’te Türk çarşısındaki kahveci Behlül’le Tito dönemini andık. Brüksel’de Avrupa Birliği komisyon binasında ulaşımla ilgili proje toplantılarına katıldım. Brugge’ün ortaçağdan kalma sokaklarında gezdim, çan kulesinden uçsuz bucaksız Belçika topraklarını seyrettim. Soğuk ve karlı bir kış günü New York’un düzenli yollarında büyük gökdelenlerin arasında yürürken ruhum sıkılmadı, Times meydanında reklam ışıltılarının altında dünyanın boşluğunu bir kere daha hissettim. Berlin sokaklarında yalnız yürürken memleketi özledim. Riga’nın güzel kızlarıyla sohbet ettim, okumaya giden Türk erkeklerinin peşlerini bırakmadıklarını söylediler. Vikingler şehri Göteborg’un sakinliği fazla geldi, kendimi Kopenhag’a attım. Yaşlılar, çocuklu aileler, takım elbiseli çalışanlar herkes bisiklet sürüyordu. İşte dedim bu şehirde yaşanılır. İstanbul’da güvenle bisiklete binebilmeyi hayal ettim, işte en sağlıklı ve huzurlu ulaşım sistemi buydu. Los Angeles’ta Hollywood starlarının isimlerini yerlerdeki yıldızların içinde gördüm. Ölüme çare yok, yıldız da olsan, bir isim olarak sonsuzluğa uğurlanıyorsun. Seattle’da ilk Starbucks’un açıldığı kafede kahve içtim. Çınar kokulu serin sokaklarında dünyanın küçük mü büyük mü olduğunu karıştırdım. Viyana’nın şaaşalı müzeleri, tantanalı sarayları sıcak değil soğuk geldi. Viyana kapılarından döndüğümüz o savaş sonrasının perişanlığını hatırladım. Zaten gerek yokmuş fethetmeye. Bratislava’nın sokakları sakin, waffle’ı lezzetliydi.

En unutamadığım yolculuğu Fas’a yapmıştım. Masal alemine gelmiştim sanki. Cem el-fena meydanında yılan oynatanlar, maymun zıplatanlar, çöllerden gelen bedevilerin def çalıp oynamaları, tezgahlarda yapılan türlü çeşit yemeğin dumanının havada oluşturduğu esrarengiz bulut bambaşka bir dünyadaymışım hissi verdi. Labirent gibi içiçe dolaşmış sokaklarında, yol gösterip para isteyen çocuklara rastladık. Kaldığımız evde içtiğimiz naneli çayın tadı enfesti. Avlusuyla, evin ortasında şırıl şırıl akan fıskiyesiyle masal diyarında bir eve gelmişiz gibiydi. Trafiğiyse tam keşmekeş. At arabaları, bisikletler, motorsikletler, yayalar sanki hiç trafik kuralı icat edilmemişçesine heryere girip çıkıyordu. Daracık sokaklardan at arabaları geçerken duvara yapışıp yol veriyorduk. Sonra İstanbul trafiği gözüme daha düzenli görünmeye başladı. Kazablanka’da okyanus kıyısında yürüdük. Fez’de kokusundan bayılmayalım diye boyahaneleri nane yaprakları burnumuzda gezdik. Eski camilerde beyaz entarileri ve sandaletleriyle yüzyıllar öncesinden çıkıp gelmiş gibi duran yaşlı amcalar vardı. İki ihtiyar, sokak ortasında dama oynuyordu. Bu masal diyarını geride bıraktıktan sonra Barselona’nın düzenli sokakları, ağaçlı La Rambla caddesi bambaşka bir dünyaya getirmişti bizi. Gaudi’nin tatlı renkli mimari eserleri ne kadar sevimliydi. Dubai’de zenginliği, ihtişamı ve köleliği gördüm. En lüks otellerin birindeki seminerimize beyaz elbisesi ve siyah çemberiyle resmi biri gelmişti. Yanındakiler el pençe divan rükû eder pozisyondaydı. Yanımdakine kim olduğunu sordum, kraliyet ailesinden dedi. Ne iş yapar diye sordum, kraliyet ailesinden dedi gene gülerek. Doğru ne iş yapacaktı, benimki de soru işte, herşeyin sahibiydi burada. Demek para ve güç insanları böyle eğdirebiliyordu karşısında. Burj el Halife’nin tepesinden tüm Dubai ışıl ışıl görünüyordu. Arka sokaklardaki sefaleti de gördüm. Pakistanlı, Filipinli, Hindistanlı işçilerin her yerinden fakirlik akıyordu. Paranın her şey olduğu bu memleketten kaçar gibi yurda döndüm. Zenginle fakir arasında böyle bir uçuruma başka bir yerde rastlamamıştım. Oradan bir başka zenginliğin ve refahın ülkesine Kanada’ya, Vancouver’a geçtik. İnsanların birbirine gülümsediği, herkesin adil bir şekilde refah içinde yaşadığı, tertemiz sokaklarıyla, binalarıyla, insanlarıyla rüya gibi bir şehirdi. Türkiye’yle arasındaki 10 saatlik zaman farkının verdiği uyku dengesizliğini sonrasında bir hafta boyunca atamamıştım üzerimden. Yemyeşil şehir Ljubljana’da herkesin erişebildiği ve çevreyi kirletmeyen ulaşım modellerini incelemiştik. Akdeniz’in ortasında şövalyelerin ülkesi Malta’da işten arkadaşla harika bir tatil yapmıştık. Gecesi de gündüzü de canlı ve renkliydi. Kazakistan’ın buz gibi şehri (-20 derece) Astana’da valiye İstanbul’un ulaşım sistemini sunmuştum. Sonrasında kımız içip Orta Asya’da ata bindiğimiz o eski yılları anmıştık.

Amman’da her dükkânda Kral Abdullah’ın bazen kraliçesiyle bazen veliaht oğluyla çektirdiği resimler asılıydı. O zaman cumhuriyetin ne demek olduğunu daha iyi anladım. Şehir meydanı fakirlikten ve düzensizlikten kırılıyordu. Pilavı elle yememek için kaşık istemiştik. Tatlıları nefisti. Medine, Mekke, kutsal şehirler. Medine’de Mescid-i Nebevi’de hurmayla Yemen kahvesi içtim. Kabe’de tavaf ederken, Zemzem Tower’ın saat kulesi sürekli karşıma çıktı. Sıcaktan dilim damağıma yapıştı. Dünyanın dört bir yanından gelmiş müslümanlarla birlikte namaz kıldım. Saraybosna’da çarşının orda yoğurtlu börek yedik. Savaşta delik deşik edilmiş binaları, yol kenarlarındaki mezarlıkları gördüm. Savaş ne kötü şeydi. Ne anlamsızdı. Bu güzelim şehrin havasına suyuna sinmişti o yılların vahşeti. Dubrovnik’in tarihi surlarının arasından geçip, masmavi denize aktık. Kuala Lumpur’da Malezyanın şirin insanlarını gördüm. Milan’da Duomo Kilisesi’nin ihtişamı tüm meydanı dolduruyordu. Moda ve tarih içiçeydi bu şehirde. Lizbon’da Portekizce öğrenmeye çalıştım. Olmadı. Prag’da her yer tarih her yer efsaneviydi. Kafka’nın evinde Kafka’yı, romanlarındaki kaybolmuşluğu, anlamsızlığı, bilinmezliği hatırladım. Dünya ne kadar bilinmezdi. Başımıza türlü türlü olaylar gelirken anlamı hep ıskalıyorduk. Kudüs’ün (Darusselam – Selam ve Barış Yurdu demek) barıştan ne kadar uzak olduğunu gördüm. İsrail’den Filistin’e geçerken toprak bile çoraklaşıyordu. Nablus’ta her yer şehit resimleriyle doluydu. Savaşın ve işgalin kol gezdiği şehirde fakirlik de dizboyuydu. Bu topraklarda barışın ve huzurun pek de mümkün olmadığını olamayacağını gördüm. Üç dinin ibadethanelerinin bir arada olduğu, insanlarının kanlı bıçaklı olduğu bu yer aslında dünyanın bir resmini sunuyordu. Sonra tekrar Kanada, Montreal. Zenginlik ve refah. Sonra Stockholm, aynı şekilde. Sonra İrlanda’nın başkenti Dublin. Benzer. Ve şimdilik son olarak Londra. Bu satırları da Londra’nın kuzeyinde, odamda yalnız, pencereden sakin sokağı izleyip, dünyanın aslında hem çok büyük hem de çok küçük, hem muhteşem hem de sefil bir yer olduğunu düşünürken yazıyordum. Dünya ne acayip bir yerdi.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Anadolulu Ressamlar ve Çinli Ressamlar

Başlangıçta...

Doğum ve Dünya